Bediüzzaman Hazretleri, belki de hiç umulmadık bir şekilde, 1950’li yılların başlarında Vatikan-Papalık makâmına bir adet elyazması Osmanlıca Zülfikar Mecmuası göndermiş. Onlar da, buna karşılık olarak şu aşağıda gelen Teşekkür Mektûbu’nu Üstâd Hazretleri’ne göndermişler.
Papalık Makam-ı Âlîsi
Kalem-i Mahsûsu
Başkitâbet Dâiresi
Numara: Vatikan
232247 22 Şubat 1951
Efendim,
Zülfikar nâm el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekâleti vasıtasıyla Papa Hazretleri’ne takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gâyet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakk’ın lütûflarını dilediklerini, tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraât eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.
İmza
Vatikan Bayn Başkâtibi
(Emirdağ Lâhikası)
Benim asıl merak ettiğim konu ise: Gönderilebilecek başka pek çok eseri varken, neden Zülfikâr nâmıyla meşhur kitabını, “özellikle”de Elyazması Osmanlıca Nüshası’nı göndermiş olmasıdır..
Zülfikâr Mecmuası’na, muhtevasına baktığımızda şu sıralamayı görürüz: Yirmibeşinci Söz-Mu’cizât-ı Kur’âniye, onun birinci Zeyli Âyetü’l-Kübrâ’dan bir bölüm, ikinci Zeyli 20. Söz, üçüncü Zeyli 12. Söz ve 7. Lem’â, Lemeât’tan Îcaz ile Beyan İ’câz-ı Kur’ân, İki Bürhân-ı Muazzam, Habbe’nin Zeyli’nin Arabî bir fıkrası, dördüncü zeyli olan 29. Mektûb’un Sekizinci Kısmı’nın Remizleri, Beşinci Zeyl Emirdağ Çiçeği ve Meyve Risâlesi’nin Onbirinci Mes’elesi’nin Hâtimesi; 19. Mektup-Mu’cizât-ı Ahmediye ve onun Birinci Zeyli olan 19. Söz ve Şakk-ı Kamer Mu’cizesi, İkinci Zeyl M’irac Risalesi’nin bir kısmı, Üçüncü Zeyli Âyetü’l-Kübrânın Onaltıncı Mertebesi; 10. Söz-Haşir Risalesi ve Hâtimesi olan Arabî Hizb-i Nûrî ile Merhum Hasan Feyzi Ağabey’in Risâle-i Nûr’un hakkaniyetine dâir, Üstâd Hazretleri tarafından kısmen tayyedilmiş bir mektûbu.
Üstad Hazretleri, “özellikle” bu kitabını Vatikan-Papalık Makamı’na göndermekle, eğer bu anlamda bir diyalog söz konusu olacaksa, sağlıklı olabilmesi için, öncelikle; siz kendi dâvânızı tam olarak ifade ve de ispat etmekle beraber, zihne gelebilecek hemen bütün şüphe, hem de sualleri izâle etmeniz lâzım geldiğini “bir düstûr” olarak ihtar ediyor zannederim…
Tam da “Gayr-ı müslime karşı hareketimiz; iknâdır. Zira; onları medenî biliriz.. Ve İslâmiyeti mahbûb ve ulvî göstermektir.. Zira; onları munsıf (insaflı) zannediyoruz…”a uygun/muvafık gelecek şekilde.
Hem de, 1962-1965 yılları arasında Vatikan’da toplanan İkinci Vatikan Konsili’nin “Karar Metni”nde, Üstâd Hazretleri’nin bu örnek davranışının büyük etkisinin olduğu kanaâtindeyim.. Çünkü, Karar Metninde, Vatikan, Hıristiyan Olmayanlar Milletler Sekreterliğince yayınlanan, “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Bir Diyalog İçin Yönlendirmeler” başlığı altında şöyle denilmektedir:
“İslâm’a karşı aldığımız tavırların yeni baştan bir gözden geçirilmesi ve önyargılamızın bir tenkîde tabi tutulması.. İslâm’ın, zihinlerimizde eskiden kalmış veya peşin fikirler ve iftiralarla çehresi değişmiş zaman aşımlı görüntüsünü terk etmemiz.. Müslümanlara karşı Batının reva gördüğü haksızlıkları itiraf etmemiz.. Biz, bu konuda Müslümanlara karşı beslediğimiz kötü zihniyetten kendimizi arındırmalıyız.. Özellikle İslâmiyet hakkında hemen her fırsatta, hem de iyice düşünmeden varılan, her türlü ‘yargıdan’ kendimizi kurtarmayı düşünüyoruz.. Samimî Müslümanın kendisini öyle görmediği, bu çarçabuk varılmış keyfî kanıları artık kalplerimizde yaşatmamamız çok önemli görünmektedir..
İbrahim’in Allah inancını esas alan Müslümanlar, bizimle birlikte, çok merhametli, Kıyâmet Günü’nde yargılayıcı Hâkim olacak tek Allah’ın kendisine ibâdet ederler...”
Müsbet İlim Yönünden Tevrât, İnciller ve Kur’ân, Maurıce Bucaille, Fransızca’dan çeviren: Doç. Dr. Mehmet Ali Sönmez, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları
20. asır, Materyalizm ve de Pozitivizm gibi dindışı Felsefî Akımlar tarafından, bütün teknik imkânların yanı sıra kitle iletişim, özellikle de eğitim gibi imkânların da kullanılarak Allah ve de Âhiret inancının, dolayısıyla, bütün Semâvî Dinlerin en yoğun bir şekilde -tabiri câizse- bombardımana tutulduğu, ahlâkın ta en derinden, ta temellerinden sarsıldığı, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen müthiş olaylara şâhit ve de tanık olmuştur. İtiraf etmek gerekirse, ne Hıristiyanlar ne de Müslümanlar, tek başına bu mücadelede tam olarak muvaffak olamamıştır denilebilir…
İnsanlık Tarihi’nin kaydettiği, en acılı, en büyük, en kanlı savaşlar da yine bu yüzyılımızda gerçekleşmiş, bunların birinde, yaklaşık 30 milyon, diğerinde ise tam 55 milyon insan ölmüş, milyonlarcası da sakat kalmıştır ki, bu anlamda bu yüzyıl, “İnsanlık Tarihi’nin En Karanlık ve de En Kanlı Yüzyılı” ismine lâyık görülmüştür.
İşte her birisinin “tek başına” üstesinden gelemediği, bu “iki cihanı sarsan” büyük ve de ehemmiyetli hâdiseler karşısında, bu İki Büyük Semâvî Din’in insaflı ve de izânlı taraftarlarının, Allah’a îman, Âhiret mes’ûliyetinin yanı sıra ahlâkî-vicdânî sorumluluk, hem de doğuştan getirdiğimiz şu Temel İnsan Hakları gibi, ittifak olunabilecek “azamî müşterekler”de ortak hareket etmesi, edilmesi, bir zarûret halini almıştır kanaâtindeyim…
Bediüzzaman Hazretleri ise, yukarıda belirtilen teşebbüs ve de faaliyetiyle bu “Diyaloğun” doğru olan yolunu açmış, yol haritasını, hem de kriterlerini belirlemiş, bu yoldan gidebileceklere de -her iki taraf için de- kapıyı açık bırakmıştır diye tahmin ediyorum...