Uzak Doğu Dinleri’nden olan Budizm’in kurucusu Siddhartha Gautama (Buda) (MÖ: 563-483)’ya göre, hayattaki şu bütün üzüntü ve elemlerimizin yegâne kaynağı üç şeydir: Hazlarımız, zevklerimiz ve de beklentilerimiz. Eğer bunları terk eder(edebilir) ya da ne kadar aza indirgersek, yani azaltırsak, şu üzüntü, elem, hem de kederlerimiz o oranda azalacak, aynı nispette de şu çok müştak olduğumuz mutluluğu, hem de saadeti yakalayacağızdır.
Aslında, lâkabı üzere Buda’nın şu öğreti ya da felsefesi, bizim literatürümüze hiç de yabancı olmayan şu Tasavvuf’taki, insan nefsinin terbiyesi ile ilgili pratikleri ifade eden zühd ve riyâzet ahlâkıyla tıpatıp, birebir örtüşmektedir.
Onlar da, “Ölmeden evvel ölünüz!” hem de “Lezzetleri tahrip eden ölümü çok zikrediniz!” ve benzeri emr-i Nebevîsi mûcibince, şu doymak bilmeyen nefsin, şu haz, zevk, hem de tutkularını yok etmeye, veyahut asgariye düşürmeye, hem cehd, hem de gayret etmişlerdir.
Bin üç yüz yıllık İslâm Tarihi, bunun en güzel anlatımları ve örnekleri ile doludur..
Üstâd Hazretleri ise, “Lezzetin, ‘tasavvur-u zevâli’ dahi elemdir.. ‘Düşünmek’ ise, o elemi deşmektir.. Devamı olmayan şeyde lezzet yoktur..” demekle, konuyu, çok daha girift, daha bir hassas, bir o kadar da felsefî, farklı bir merhaleye taşır ve 17. Söz’de, sözü şâirlerin şu meşhur bildiğimiz gazellerine ve dîvanlarına getirir ve,
“Bütün mecazî âşıkların dîvanları, yani aşknâmeleri olan manzûm kitapları, şu ‘tasavvur-u zeval’den gelen ‘elem’den birer feryattır..
Her birinin, bütün dîvan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer ‘feryat’ damlar...” demektedir.
“Lezzetleri” de ikiye ayırmakta..
Helâl olanlar, bir de memnu’/yasak olanlar olarak...
Helâl olan şu lezzetlerin terkine, belki de en uç bir örnek olarak da, İstanbul’da bulunan şu meşhur “Sanki Yedim” Camisi/Mescidi’ni gösterir.
Ayrıca, hayvanlarla benzerlik/ayrılık noktasında ise şunu söylemektedir: “Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zatı için bir hisse aradığı için hayvana benzer..
Öyle ise; insanın iki maaşı var: Biri; cüz’îdir, hayvanîdir, muâcceldir. İkincisi; melekîdir, küllîdir, müecceldir..”
Mektubat’ında ise, “Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i cennet olur..
Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor..
Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvi makamlara gönderip maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup, aslına, yani anâsıra inkılab etmeye gidiyor..
Eğer şükür etmezse, o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur..
Elmas mâhiyetindeki nimet, kömüre kalbolur..
Şükür ile, zâil rızıklar, daimî lezzetler, bâki meyveler verir..
Şükürsüz, nimet, en güzel bir suretten çirkin bir surete döner.. Çünkü o gâfile göre, rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır..
Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var; o da şükür ile o suret görünür..
Yoksa, ehl-i gaflet ve dalaletin rızka aşkları bir ‘hayvanlık’tır.. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ne derece hasâret ediyorlar...” diyerek konuyu daha bir tavzih ederek sonuca bağlar.