Geçenlerde, bildiğimiz şu İlahiyat tahsili dışında, ayrıca, fazladan, Eski Klâsik Medrese Tarzı, sağlam bir eğitim de görmüş/almış bir müftümüz ile makamında, bir vesile ile, Arapça ağırlıklı, dinî konular üzerine, gâyet şevkli/zevkli, hem de “harareti”, şu yaşadığımız, son şiddetli sıcaklıklar misâli epey bi’ yüksek/bol, bir hasbihal ederken, derken, söz, hem de konu, nasıl olduysa, Risale-i Nurlar’a geldi..
Müftümüz, hemen, Üstad Hazretleri’nin, “Bana yazdırıldı” ifadesini dile getirerek, biraz da serrişte yollu, Muhyiddîn-i Arabî’nin de, aynı şekilde, Fütûhât-i Mekkiye adlı, o geniş hacimli meşhur eseri için “Bu eser, bana, Allah tarafından yazdırıldı” dediğini; hâlbuki, bunun gibi, hem de buna yakın beyanların, itikadî noktada, sahih Ehl-i Sünnet İnancı, hem de İlm-i Kelâmı bakımından, gâyet “tehlikeli/sakıncalı” olduğunu/olabileceğini söyleme/açıklama gereğini, hem de ihtiyacını duydu/hissetti..
Ve sayısı belli olmayan, şu “sözde” Mehdi, hem de Mesihler’e -günümüzdeki güncel örnekleri gibi- hem bahane, hem de “sened-i özür” bastetmek olacağından/olabileceğinden bahsetti..
***
Üstad Hazretleri, Âyetu’l-Kübrâ ile müsemma olan Yedinci Şuâ Risalesi’nde, “Vahiy’le İlhâm’ın farkına dâir”, başka hiçbir tefsir kitabında bulunmayan, şu şekilde “orijinal” bir açıklama/tavzih kaleme almıştır...
“Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevî mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır:
Birincisi: İlhâmdan çok yüksek olan vahyin ekseri, melâike vasıtasıyla ve ilhâmın ekseri, vasıtasız olmasıdır..
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir; havassa hastır. İlhâm ise gölgelidir, renkler karışır; umûmîdir. Melâike ilhâmları ve insan ilhâmları ve hayvanât ilhâmları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimât-ı Rabbâniye’nin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor...”
Sonrasında ise, 33 Âyetin işaretinde, Birinci Şuâ’da Risale-i Nurlar’ın makamını, hem de mertebesini tesbit ederken, çok açık/net, hem de “sarîh” bir ifadeyle,
“Risale-i Nurlar, vahiy değil ve olamaz.. Hem, umûmiyetle dahi, ilhâm değil; belki ekseriyetle, Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle, kalbe gelen sünûhât ve istihracât-ı Kur’âniye’dir.” şeklinde konuyu daha bir vuzûha kavuşturur...
***
“Yazmak” bir fiil Türkçe’de.
Üstelik çekimi de var..
Yazdı, yazdım, yazdın, yazdınız, yazdılar..
Millet olarak, pek çok sevdiğimiz, asla vazgeçemediğimiz, adeta bizde alışkanlık/tiryakilik yapan, şöylece bir “Emir Kipi’” de var..
Yazsın, yazsınlar, yazın, yazınız, yazalım, yazılsın, yazılsınlar..
Ayrıca, bir de, fâili meçhûl -tabirimi hoş görün; çünkü tam karşılığı bu- yani “edilgen” çekimi var..
Yazıldı, yazıldılar, yazıldım, yazıldın, yazıldınız..
Yazdırıldı, yazdırıldılar, yazdırıldım, yazdırıldın, yazdırıldınız...
Bir de, “yazıcı/yazıcılar” var, aynı kökten isim olarak türetilmiş, eskilerin “kâtip/kâtipler/katibîn” dedikleri..
***
Ha, bu arada, bir de, daha modern, daha çağdaş sayılabilecek “yazıcılarımız” da var, şu günlük hayatta sıklıkla/çokça ihtiyaç duyduğumuz, hem de kullandığımız; şu hayatımızı, hem de işlerimizi hatırı sayılır derecede epey bi’ kolaylaştıran...
Lazerli/lazersiz, kartuşlu ya da tonerli, dolumlu/dolumsuz, renkli veyahut renksiz, hızlı/yavaş, tanklı ya da tanksız tabir ettiğimiz..
Günümüzde, belki de nostaljik bulunan, hatta müzâyedelere konu olan/olabilen, “antika” sayılabilecek, artık eskide kalmış, şu teksir makineleri ve daktilolarımızın yerini alan...
***
Asıl, en temel “Problemimiz” ise şu:
Bu “yazma” fiilinde, fâilin ya da öznenin tasarrufu/etki derecesi, şu eski dilde söyleyecek olursak, “dahli/müdâhil”liği, ne kadardır; nereye kadardır?..
***
İslâm Literatürü’nde, “Hayvân-ı Nâtık” olarak tarif edilir, tanımlanır insan...
Yani, “Konuşan/Konuşabilen Tek Canlı”dır aslında o, bütün şu bildiğimiz/bilmediğimiz “canlı kabul edilen türler” arasında..
Ama şöyle ince nüanslı, küçücük bir farkla ki; insanın, “konuşan” mı, yoksa “konuşturulan” mı olduğu konusu, yine de tam bir netliğe/vuzûha henüz kavuşturulamamıştır günümüzde bile...
Hani, sıklıkla kullanırız ya; “Şöyle var git, uza git! ‘Açtırma’ bana şimdi şu bayramlık ağzımı, ‘konuşturma’ beni!” diye..
***
Kur’ân-ı Kerîm’de, Âlâk Sûresi ile Rahmân Sûresi’nde, Cenab-ı Hakk’ın, insana “bilmediklerinin” yanı sıra “beyânı”, yani ifade istidâdı / yetisinin tezahürü olan konuşmayı “öğrettiğinden” açıkça söz edilir..
Burada, takdir edersiniz ki, dillerin kaynağının ne olduğu/olabileceği konusuna ya da tartışmasına girecek değilim; o görevin, malûm konuda, beyin fırtınasına ya da “hipotez” geliştirmeye çok daha müstaid/kâbiliyetli/yetenekli, hem de istekli / arzulu / hâhişger / meyyâl / düşkün, şu bildiğimiz başkalarına ait olduğunu düşünüyorum...
***
Âyetler’e dönecek olursak, şu “bilmediklerinin öğretimi”; acaba her insanda hep eşit /müsavi/denk derecede midir, yoksa, bu anlamda, “kişiye özel ekstra, “Ezoterik/Bâtınî’ bazı bilgilendirmeler” de olabilir mi, hem de bu bilgilerin, “Mutlak Doğru” kabul edilen İlm-i Kelâm’daki şu “Bürhân”a tekabül edip etmediği, Felsefe Literatürü’nde, hakkında mantık ilmi/disiplini itibariyle, şüphe edilmeyecek, çürütülmesi/cerh edilmesi mümkün olmayan o “kesin/doğru bilgiyi” ifade edip etmediği sorusu/sorunsalı ise, tam da şu tartışmaların odağını, hem de ağırlık merkezini/sıkletini teşkil ettiği görülmektedir...
***
Ve hemen, bir sür’at-i intikal ile, tamamen mevzudan mütevellid/mülhem, şöylece bir kaç Hadis-i Şerif, derhâtır/tedâi-i efkâr oluyor zihnime nedense, aklımda bir anda tenevvür ediyor...
“Ben İlim Şehriyim, Ali de (Hz. Ali) de onun kapısıdır.” (Tirmizi)
(Malûm; her şehre, ancak onun kapısından girilir; girilebilir..)
Hz. İbn-i Abbas’ı küçüklüğünde kucağına alıp, “Allah’ım! bütün ilim ve hikmeti bu başa ver, ona te’vil ve tefsir’i öğret! Allah’ım! İnsanoğluna verdiğin her ilim ve hikmeti bunun göğsünde topla!” (Buhari) şeklindeki, onun hakkındaki şu hususî duâsı..
Ebû Hüreyre’nin (ra)
“Allah Resûlü’nden, iki ilim tahsil ettim. Bunların ilkini insanlara açıkladım. Eğer diğerini de açığa vurup, şu ilki gibi izhâr etseydim, (boğazını göstererek) halk tarafından şu gırtlağım kesilirdi..” (Buhari)
“Ümmetim içinde ‘Muheddesûn’; yani (kendilerine Allah tarafından ilhâm olunanlar) vardır..” (Buhari)
Ve sonuncusu, “Cenab-ı Hak, her yüz sene başında, şu Ümmet için, bir Müceddid (Yenileyici) bâ’s eder, gönderir..” (Ebû Dâvûd)
***
Hem de şu; “yazdı mı, yoksa yazdırıldı mı” konusuna, daha doğrusu “münâzarasına” girince, aniden aydınlanıyor zihnimde...
Meselâ, Filozofların Üstâdı, Hekimlerin Pîri ünvânı ile meşhûr olan İbn-i Sina’yı düşünüyorum biraz...
Her insanda, her birimizde olduğu gibi, ortalama, “üçte birlik” kısmında (1/3) hadiste, “ölümün küçük kardeşi” olarak tabir, hem de tasvir edilen şu malûm “uykumuzun”, tam bir sahib-i yed, hem de tasarruf olduğu, 57 yıl gibi “kısa sayılabilecek” bir ömre ancak bâliğ/muvaffak olan, üstelik, ilk on yılı da, herkes gibi, bizim gibi, tıpkı her çocuk gibi, çocukluğa bağlı şu haytalık/yaramazlık çağı maceraları ile memlû/dolu olan, açıktan ölümle/öldürülmek ile tehdit olunmasının yanı sıra epey bir süre de hapis yatan/zindanda imrâr-ı hayat eden ve bundan mütevellid, pek çok hastalık/rahatsızlık ile uzun zaman boğuşan/boğuşmak zorunda kalan, hareketli, hem de hararetli, kısmen de siyasî/politik sayılabilecek, zamanının hükümdarının özel doktoru kisvesi/ünvanı/titrisi ile iştihar bulmuş, gâyet dağdağalı şu sergüzeşt-i hayatına, matematikten astronomiye, botanikten zoolojiye, müzikten psikolojiye, simyadan kimyaya, oradan tıbba, tıptan ta siyasete kadar.. pek çok değişik konu, hem de disiplinler üzerine 240’ı günümüze ulaşmış, toplam 450 kadar makale/eser/kitap/risale telif edip sığdıran, elimizdeki eserlerinin 150 kadarı felsefe, 40 tanesi de tıp üzerine olan, en ünlü iki eseri; felsefe ve fen konularını ihtiva eden çok geniş, tam da ansiklopedik bir çalışmaya ya da bizim dilimizde “Külliyât”a tekabül eden Kitabü’ş-Şifa (İyileşme Kitabı) ile 17. Yüzyıl’a kadar, istisnasız, Avrupa’da, gelişmiş bütün üniversitelerin tıp bölümlerinde müfredata konulup, “temel ders kitabı” olarak okutulan, hacimli, büyükçe beş (5) cilde ancak sığdırılan/sığdırılabilen El-Kânûn fi’t-Tıbb’ın yazarı/müellifi bulunan, Lâtince ismiyle “Avicenna” diye tanınan/bilinen, bizim şu “Dâhi-yi Meşhûr”umuz bulunan İbn-i Sina’yı...
***
Sonrasında ise, yine Risale-i Nurlar’dan, öncesinde, o muazzam, tarihte bir misli/ misâli/örneği asla bulunmayan, hiçbir müellifin, misline /bir benzerine asla İstitaât gösterip muktedir olamadığı, yazıldığında müellifin yanında, müracaat edilebilecek, bu anlamda, kendilerinden iktibas olunacak/olunabilecek, hiçbir kitap / kaynak /doküman /arşiv / kütüphane bulunmayan, en zor, en sıkıntılı, en imkânsız şerâit, hem de en büyük mahrumiyetler içinde, “Kâinattan, Hâlık’ını Soran Bir Seyyâh’ın Müşahedâtı” olarak tezahür edip istihraç, hem de istinbat olunan, şu emsalsiz, harika Âyetü’l-Kübrâ Risalesi, sonrasında ise, sırasıyla, Haşir Risalesi, Mucizât-ı Kur’âniye, Mucizât-ı Ahmediye, Tahavvülât-ı Zerrât, Mi’raç Risalesi, Melâike ve Bekâ-yı Ruh bahsi.. toplam 130 kitaplara/risalelere bâliğ olan, şu diğerleri, birer birer akın ediyor, tane tane düşüyor zihnime, hayâlime, kalbime...
Ve ben, yine, baştaki, şu “can alıcı”, bazıları için ise, epey bi’ “can sıkıcı”, belki de, bir o kadar da “muhrık/can yakıcı” olan/olabilen/olabilecek olan, asıl şu soruya, bir de, bazılarımızca “epey bi’ uzun sayılabilecek”, yukarıdaki “cevabına” geri dönüyorum...
Risale-i Nurlar “yazıldı mı”; yoksa “yazdırıldı” mı?!...
Karar sizin...