Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî, şu Rusya/Kosturma esaret dönüşünde, dönemin Harbiye Nâzırı bulunan Enver Paşa’nın ricasıyla, 1918-1922 yılları arasında faaliyet gösteren, dönemin en yüksek İslâmî Akademik Kurulu sayılan şu Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâlığında bulunur ve bu esnada bazı eserler kaleme alır.
Arapça olarak kaleme aldığı Mesnevî-i Nûriye’si, işte bu dönemin en önemli ve en hacimli eserlerinden biri, belki de birincisidir. Bunun yanında, sonrasında bazı tadilat, hem de ilaveler ile Sözler kitabının sonuna konulmasını tensib ettiği ve şu “Manzûm Nesir” ve “Secili İfade” tarzının en güzel örneği bulunan meşhur “Lemaât” adlı eseri de, şüphesiz yine bu dönemin bizlere şu en güzel bir yâdigârlarından birisidir. Bu eserde, onlarca farklı başlık altında pek çok konu gayet akıcı, “şiirsel” bir üslûp üzere, şu sehl-i mümteni’ tarzında kaleme alınmıştır.
“Cuma Namazı ve Hutbe” ile ilgili şu gelen başlık ve devamı ise bir hayli ilginç, ilginç olduğu kadar bir o kadar da dikkat çekicidir.
Başlıkta “Tâlîm-i nazariyattan ziyâde, tezkîr-i müsellemâta ihtiyaç var…” dedikten sonra konuyu tavzîh sadedinde Üstâdımız, “Zarûriyât-ı dinî, müsellemât-ı şer’î; kulûblerde hâsıldır; ihtâr ile huzûru, tezkîr ile şuûru…” der ve devamında “Matlûb da hâsıl olur… İbâre-i Arabî, daha ulvî ediyor tezkîri, hem ihtarı…” dedikten sonra, Hutbe’nin neden “Arapça” olmasının gerekçesini de şu şekilde hem ihtâr, hem de îkaz eder.
“Onun için Cuma’da Hutbe-i Arabiye; zarûriyatı ihtâr, müsellemâtı tezkîr, maâlkifâye olur onun tarz-ı tezkîri. Nazariyâtı tâlîm, onda maksûd değildir. Hem, İslâm’ın vahdanî sîmasında şu Arabî* ibâre, bir nakş-ı vahdettir; kabûl etmez teksîri...”
*Dipnotta da (On sene sonra gelen bir hâdiseyi hissetmiş; mukabeleye çalışmış…) parantez notu ve açıklaması vardır.
İlk Türkçe hutbemiz, 5 Şubat 1932’de İstanbul’da Süleymaniye Camii’nde meşhur mûsîkişinasımız Sadettin Kaynak tarafından, üstelik tamamen seküler ve Batı menşeli şu “frak” giyilerek, “tamamı Türkçe olarak” okunmuştur; daha doğrusu, hâkim irade tarafından kendisine “okutturulmuş”tur...
Üstâd Hazretleri, bu Lemaât isimli eserini ise tam 1922 yılında kaleme almıştır.
Yine Üstâdımız, kardeşi Abdülmecid Nursî tarafından sonradan Türkçeye kazandırılan Arapça Mesnevi-i Nûriye’sinde şu Türkçe Hutbe’ye olan şiddetli itirazını, “Bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki, halkın bilhâssa siyasî ahvâlden haberleri olsun. Hâlbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytânî fikirlerden hâlî değildir… Hutbe makamı ise, Ahkâm-ı İlahiye’nin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.” şeklinde izhar edip açığa koymaktadır.
Sonrasında ise, akla gelebilecek şöyle bir “istifhamî” suale, hem de son derece “önemli” olduğuna inandığım şu “cevabına” yer vermektedir.
“Sual: Avâm-ı nâs, Arabîden haberdar değildir, fehmedemez?..
Cevab: Avâm-ı nâs, zarûriyat ve müsellemât-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da, bu gibi hükümlerin ‘tebliği’ içindir. Bu hükümler, kisve-i Arabiye içinde, tafsîlen değilse de icmâlen avâm-ı nâsa malûm ve marûftur. Maâhaza, lisan-ı Arabda bulunan şehâmet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur...”
Mirac ve İsrâ Mucizesi vesilesi, hem de şu Kandili münasebetiyle okunan Diyanet İşleri Başkanlığımızın şu en son Türkçe Cuma Hutbesi’nde, her nasılsa araya sokuşturulup bizlere dinlettirilen şu “Zâlimlere ve destekçilerine karşı ‘boykota’ devam edelim…” çağrısı, Üstâdımızın yukarıdaki “Hâlbuki bu gibi ahvâl-i siyasiye yalandan, hileden, şeytânî fikirlerden hâlî değildir…” hükmünü bizlere bir kere daha “teyit” ettirdi…
Zihninize şu hîn-i vakitte hemen tedâi olup yankılandığını hissettiğim “Zâlim kimdir ve şu “destekçileri” kimlerdir?..” istifhamî sorunuzun cevabı ise.. bir önceki yazımızda şu anlaşılacağı üzere açıkladığımızdan, ona havale ile bu önemli konuyu –izninizle- burada hitama erdiriyorum.
Meşhur Arabî özdeyişte denildiği gibi, Ârif olana “işâret” kâfi imiş…
“El-Ârifu tekfîhilişâreh…”