"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ahirzaman insanına bir hayat manifestosu

Prof. Dr. İlyas Üzüm
27 Kasım 2021, Cumartesi
Bediüzzaman fertleri ve toplumu uyarıyor

Küçük menfaatler, basit beklentiler veya hafif korkular, yersiz kaygılar sebebiyle şişeyi elmasa, dünyayı ahirete tercih etmeyin.

Birkaç gün önce, çok değerli bir tanıdığım Lâhikalarda geçen şu pasajı paylaştı: “Evet, elmas bildiği (ahiret ve iman gibi) halde yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse eblehâne bir cehalet ve hasarettir, tokada müstahak eder.” 

Daha önce üç-beş sefer okuduğumu sandığım bu cümleleri bu vesile ile tekrar birkaç defa okuyunca, kelimenin tam anlamıyla- çarpıldım. Hani daha önce bildiğiniz, duyduğunuz bir âyeti yahut bir hadisi veya kelâm-ı kibarı bir vesile ile duyunca ilk defa duymuş gibi etkilenir ya da çarpılırsınız ya, öyle oldu! Burada altı çizilen hakikat ile kendimi ve toplumu sorgulamaya tabi tuttuğumda bu kısa pasajın çok uzun mesaj içerdiğini, bu birkaç cümlenin bir kitap hacminde yaklaşımları ihtiva ettiğini, bu küçük gibi görülen uyarının dev bir uyarı mahiyetinde olduğunu fark ettim. Metne daha iyi nüfuz etmek için parçada geçen teşbihleri, kullanılan terimleri ve takip edilen mantıkî silsileyi anlamak üzere kendimce soru-cevap şeklinde bir analiz yapmaya çalıştım. Umarım, ahirzamanda yaşadığımız her açıdan belli olan günümüzde, en azından kendim için işaret taşları olur.

Pasaj, nerede ve hangi bağlamda geçiyor? 

Benzer cümleler Risale-i Nur’un başka yerlerinde de bulunmakla beraber, burada iktibas edilen haliyle parça, Kastamonu Lâhikası’nın 18 numaralı mektubunda geçiyor. Bağlam şu: Ehl-i sünnetin selâmeti ve kurtuluşu için çok duâ edildiği halde, duâların aşikâre kabul edilmemesinin iki hususî sebebinden ilkinin açıklaması. Müellif burada ilk sebep olarak, bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ile dehşetli canileri affetmesi, binler fenalığı işleyen ve binlerce maddî manevî kul hakkı irtikâbında bulunan bir adamın bir ‘hasene’sini gördüğünde, ona bir nevi taraftar çıkmasını gösteriyor. Böylece sayı bakımından çok az olan ehl-i dalâlet bu tür safdillerle çoğunluğa ulaşıyor, bu da umumî musîbetin gelmesine hatta şiddetlenmesine kadere fetva verdiriyor. İşte parça, bu çok önemli teolojik göndermeler ihtiva eden izahın arkasından geliyor ve insanların daha doğrusu mü’minlerin nasıl ayaklarının kaydığına dikkat çekiyor, çok ciddî uyarıda bulunuyor.

Pasajın ana mesajı nedir?

Parça, Lâhika’daki ifadeyle, ‘safderun Müslümanların’, bazı küçük menfaat ya da hafif korkular sebebiyle, dehşetli cinayetleri işleyen, binler kötülük yapan ve binler maddî manevî kul hakkı irtikâbında bulunan kişi ya da kişileri affetmesine ve ona yahut onlara taraftar olmasına İslâm’ın hiçbir şekilde izin vermediğine vurgu yapıyor. Başka bir ifadeyle parça, affediciliğin ve taraftarlığın İslâmî temellere dayanması gerektiğini, kamuya yönelik suç işleyen ve binlerce kul hakkını üzerinde taşıyan bir kimseyi yahut kimseleri bağışlamanın, sonra da taraftarlık göstermenin şer’î ahkâmda hiçbir dayanağı olmadığını dile getiriyor.

Pasaj, bunu nasıl temellendiriyor?

Pasaj bunu doğrudan doğruya şer’î ahkâma dayandırıyor. Bilindiği gibi şer’î ahkâmda suçlar yahut günahlar; hukuk-i İlâhîye karşı ve hukuk-i ibâda yani kulların hukukuna karşı olmak üzere ikiye ayrılıyor. Âyeti kerîmeler Allah’ın hukukunu ihlâle dönük şirk dışındaki her türlü günahın (çünkü şirk aynı zamanda mahlûkatın manevî hukukuna tecavüz anlamına geliyor) cezalandırılması ya da affının tamamen İlâhî iradeye bağlı olduğunu açıkça beyan ediyor. Meselâ bir âyette, “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama dilediği kimse hakkında bunun dışındaki günahları affedebilir…” (Nisa 4/116) buyruluyor. Kul hakkı ile ilgili olan suçlar ise, -bunlar da aynı zamanda hukuk-i İlâhiyi ilgilendirmekle beraber-, kulların bağışlamasına, sonra da Allah’ın mağfiret etmesine bağlanıyor. Meselâ bir hadiste, Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyuruyor: “Kimin yanında kardeşine yönelik yaptığı bir haksızlık varsa, altın ve gümüşün söz konusu olmayacağı gün gelmeden onunla helâlleşsin. Aksi halde haksızlık yapanın iyilikleri alınır ve kardeşine kaydedilir. Eğer iyilikleri yoksa hak sahibinin günahları alınır ve onun üzerine yüklenir” (Buhari, “Rikâk”, 48) Durum bu merkezde olunca bir mü’minin binlerce kişinin maddî manevî hukukuna ilişen bir kimseyi kendi adına affetmesi, ayrıca ona taraftarlık göstermesi söz konusu olmaz, olamaz, diye anlaşılıyor.

Pasajda, zaruret halinde şer’î bir ruhsatın bulunduğundan bahsediliyor?

Parçadaki ifade kul hakkı irtikâbında bulunan kimselerin affı ile ilgili olmamalıdır. Zira değinildiği üzere bu, mağdurların affetmesi yahut helâlleşmesine bağlıdır. Parçadaki husus, işaret edilen türden kişi ve kişilere bazı çıkarlar yahut korkulara dayalı olarak taraftarlık gösterilmesiyle ilgili olmalıdır. Müellif, bunun da şer’î ahkâmda hiçbir temeli olmadığını söylüyor. Zira mü’minin tavrını elde edeceğini düşündüğü menfaatler ya da muhtemel korkular belirleyemez. Bu ancak, -parçadaki ifadeyle-, ‘zaruret-i kat’iye’nin söz konusu olduğu yerlerde ve azimet olarak değil, ancak şer’î bir ruhsat olarak devreye girebilir.

Zaruret halindeki şer’î ruhsat nedir?

Zaruret ilgili literatürde, “dinin yasaklarını mubah kılacak ölçüde büyük tehlike ve zarar” olarak tanımlanıyor. 

Kişi böyle bir durumda ciddî bir tehlikeden veya büyük bir zarardan korunmak için bir haramı işleyebilir. Meselâ bir âyette, domuz eti dahil yenilmesi haram olan hayvanlardan bahsedildikten sonra devamında, “Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, haram etlerden yerse, şüphesiz ki Allah gafurdur, rahimdir” (Maide 5/3) buyruluyor. Bu ve benzeri âyet ve hadisleri dikkate alan fakihler zaruretin tanımı, şartları ve kapsamı hakkında geniş çalışmalar yapmış ve zaruretlerin can, mal, akıl, din ve namus alanında telâfisi mümkün olmayan büyük zararların söz konusu olması halinde devreye girebileceğini kaydetmişlerdir. Dolayısıyla tam da parçada dile getirildiği gibi “küçük bir ihtiyaç veya heves veya tama’ veya hafif bir korku” asla zaruretin devreye girmesi anlamına gelmemektedir. 

Zaruret durumu söz konusu olmadığı halde şer’î bir hüküm varmış gibi davranmanın hükmü nedir?

Zaruret hali söz konusu olmadığı halde, vehmiyle zaruret varmış gibi düşünerek haramları mubah addetmek, parçadaki ifadeyle, “eblehâne bir cehalet ve hasaret olup tokada müstehak” olmaktır. Cehalettir, çünkü zaruret hali oluşmadığı halde bilgisizce zaruret hükmünü vermiştir. Aynı zamanda “hasaret”tir, çünkü bir haramı işlemek, o şeyin haramlığını inkâra varırsa itikadî bakımdan büyük risk, haramlığını inkâr söz konusu olmaksızın bilerek haramı çiğnemek ise büyük bir manevî hüsrana giriftar olmaktır. Keza böyle bir tutum “tokada müstehak olmak”tır, yani dünyevî ve uhrevî cezaya duçar olmaktır. Çünkü böyle bir tutum ve davranışta “zulm”e bir şekilde rıza göstermek söz konusudur. Oysa zulme rıza göstermek ya da zulmedenlere eğilim, taraftarlık sergilemek İlâhî azabın gelmesine vesiledir. Şu âyette açıkça buyrulduğu üzere: “Zalimlere meyletmeyin (onların yanında olmayın), sonra ateş (azap) size de dokunur…” (Hûd 113). Allah muhafaza etsin. Amin.

Bir başka Kastamonu mektubundan, bu bahsin açılımı mahiyetindeki cümlelerle tamamlayalım:

“Hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terk eder.

Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hâcat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadâkatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.”

Bu satırlar sanki ahirzaman insanı için “hayat manifestosu.” 

Allah yaşamayı ihsan etsin. Amin.

Okunma Sayısı: 3567
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Mustafa Gökay

    27.11.2021 10:35:15

    Muhterem Hocam, Hissemize Ahirzamanda ağır imtihan düştü. Sorular asırlara, ümmetlere ve kişilere göre değişiyor; ama imtihan sırrı değişmiyor. Bu asrın imtihanını kolay geçmenin formüllerini ihtiva eden Nurlar'daki hayat manifestolarını hayatımıza mal etmek için bu tarz ikazlara çok ihtiyacımızvar. Hoşgeldiniz. Kaleminize, gönlünüze sağlık. Yazılarınızı daha sık görmek duâsıyla.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı