Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebîr bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur, onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelibi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezel’in makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı sanatını hâvî olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur.
Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika sanatları, harikaları ve mu’cizeleri tarif ediyor. Halkı o Saray Sahibine, Sâni’ine iman etmek üzere cazibedar, hayretefza dâvet ediyor.
İ’lem Eyyühe’l-Aziz!
Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczanın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için bütün eczanın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvîdir.
Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır. Sonra o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır, hem güneşidir.
Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalptir. Kalbin, ihtiyacat sâikasıyla, âlemin envâıyla, eczasıyla pek çok alâkaları vardır. Esma-i Hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak Ganiyy-i Mutlak ve Hafîz-i Hakikî ile itminan edebilir.
Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad’den başka, merkezinde, bir şeyi kabul etmiyor; ebedî, sermedî bir bekadan maada, bir şeye razı olmuyor.
İnsanın çekirdeği olan kalp, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyetle iska edilmekle, imanla intibaha gelirse, nurânî, misalî âlem-i emirden gelen emir ile öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalp çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak, nura inkılâb edinceye kadar ateşle yanması lâzımdır.
Ve keza, o habbe-i kalp için pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hatta kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsizken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır; ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü’l-Esved’in altına koydurur; ve şehadetlerini, Hacerü’l-Esved’e muhafaza için tevdi ettirir.
Madem benî Âdem kâinatın semeresidir, nasıl ki bir harmanda başaklar dövülür, tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir; binaenaleyh, haşir meydanı da bir harmandır, kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir.
Mesnevî-i Nuriye, s. 130
LÛGATÇE:
âlem-i kebîr: Büyük âlem.
andelib: Bülbül.
âsâr-ı sanat: Sanat eserleri.
hilkat: Yaratılış.
İ’lem Eyyühe’l-Aziz: “Bil ki ey aziz!”
manasında bir hitap.
ille-i gaiye: Gerçekleştirilmesi, meydana gelmesi için çaba harcanan şey, gaye, ideal.
semere: Meyve; netice.
şecere: Ağaç.
tahayyül: Hayale getirme, hayalinde
canlandırma.
zîhayat: Hayat sahibi.