Cumhuriyetin ilk yıllarında dinin tarihte görülmemiş biçimde tahrip edilmesi, toplumun dinle olan bağlarının koparılmaya çalışılması, dinsiz bir toplum oluşturma amacına matuf çalışmaların bilinçli bir ürünüdür. Bugün için konuştuğumuz ayrılıkçı ve ayrıştırıcı düşüncelerin kaynağını, bu anlayış “harlamış” ve büyütmüştür.
ARAŞTIRMA-İNCELEME: TERÖRE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI - İÇ VE DIŞ UNSURLARIN ZORLAMASI - 5
Dr. Ömer Ergün - Dicle Üniversitesi
Ülkemizde ulus devlet anlayışının katı ve faşist uygulamaları, Kürt milliyetçiliğini doğurmuştur. Daha önce ümmet anlayışı içinde kardeş kabul ettikleri Türkleri ayrı bir ırk olarak görmeye, sen ve ben ayrımı yaparak, olaylara bu gözlük ile bakmaya başlamışlardır.
Olayın bir başka görünümü ise, ulus devlet anlayışı ve din yerine ikame edilmeye çalışılan “büyük ulus” zihniyeti ile Türkiye genelinde Türkleri dünyevileştirmek ve dinden uzaklaştırmayı hedef alan politikalara ek olarak, Güneydoğu Anadolu’da da Kürtlerin dinsizleştirilip dünyevileştirilmesini hedef alan bir proje uygulanmıştır.
Özellikle 1980 ihtilalinden sonra ortaya çıkan PKK hareketi eliyle, Kürtler bilhassa sosyalist ideoloji ile dinsizleştirilmeye ve dünyevileştirilmeye çalışılmıştır. 2025’e gelindiğinde bu hareketin önemli ölçüde hedefe ulaştığını maalesef görmekteyiz. Eskiden yabancı bir erkekle görüşmekten bile çekinen, namahrem bir erkekle bir arada bulunmayı haram olarak gören Kürt kadını, PKK-DEM aracılığıyla “kadını özgürleştirme” adı altında uygulanan projeler kapsamında, bir meydanda el ele halay çekmeye varacak şekilde evrime uğramıştır. Bu durum bilerek, isteyerek, planlayarak gerçekleştirilmiş bir organizasyondur. Çünkü dindar bir kürdü, aynı dine inandıkları ve aynı toprak parçasında birlikte yaşadıkları, ümmetten ve Müslüman bir Türk’ten ayırmak için dinsizleştirmek gerekir. Ancak dinden uzaklaştırılıp dünyevileştirilmiş bir kürdün ümmet bağı da koparılmış olur ve her ayrılık rüzgârı esişinde kopmaya hazır hale gelir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında dinin tarihte görülmemiş biçimde hırpalanıp tahrip edilmesi, toplumun dinle olan bağlarının koparılmaya çalışılması, dinsiz bir toplum oluşturma amacına matuf çalışmaların bilinçli bir ürünüdür. Sekülerleşmiş insanî değerler ve toplumsal ilişkiler, kaba ve ruhsuz bir hareket kalıbına dönüşmektedir. Bugün için konuştuğumuz ayrılıkçı ve ayrıştırıcı düşüncelerin kaynağını, yukarıda izah etmeye çalıştığımız anlayış “harlamış” ve büyütmüştür.
GÜVENLİK-HÜRRİYET SARKACINDA GEÇEN 50 YIL
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın can ve mal güvenliği, özellikle köylerde hep tehdit altında olmuştur. Yıllarca bu bölgede yaşayan insanlarımız bu tehditle yaşamışlardır. Bu tehdit iki yönlüdür: Devletin özellikle 80’li-90’lı yıllarda sivil halka güvenlik kaygıları ile “Siz teröristlere destek veriyorsunuz” diyerek yaptığı devlet ciddiyetine yakışmayan baskılar ve kimi zaman durumdan vazife çıkararak güvenlik güçlerinin sınırı aşarak yaptıkları insani olmayan muameleler, bunlarla birlikte sistematik olmasa da insanları köy meydanında sıraya dizip erkekleri eşlerinin önünde hakarete maruz bırakmak, çıplak arama yapmak, insanları yaşadıkları ve geçimlerini sağladıkları yerlerden ve topraklarından zorunlu göç ettirmek, kimi köylerin yakılması, halkın silah tehdidi altında PKK’lıya vermek zorunda bırakıldığı yemekten dolayı sorumlu tutulması, göz altına alınarak eziyet edilmesi, güvenlik problemlerinin vehametini anlatmak açısından, mahkeme kayıtlarında ve kitaplarda okuduğumuz örneklerdir. Bütün bunlar yaşanmış ve devlet tarafından da kabul edilen yanlışlıklardır.

PKK BÖLGE HALKININ İRADESİNİ ESİR ALDI
Diğer yandan, PKK’lıların bölgedeki insanların ve bütün Kürtlerin iradelerini esir alması, onları temsil ettiğini ileri sürmesi ve bunu şiddet, kaba güç kullanarak, silahla bölgedeki insanlara kabul ettirmeye çalışması, kendisi dışında hiçbir görüş ve düşünceyi kabul etmemesi, yaşam hakkı vermemesi ve insanları bu anlamda köleleştirmesi, her aileden bir çocuğu bölgedeki savaş için kendi yanına istemesi ve vermeyenlerin, direnenlerin şiddete maruz kalması, bölgede vatandaştan vergi gibi haraç alması, bütün bunlar, PKK’nın bölgedeki Kürt vatandaşlarımıza uyguladığı şiddeti göstermesi açısından önemlidir. PKK aslında silahların gölgesinde bölgeyi şekillendirmek istemiş, bu amaçla da muhalif düşünenlere hayat hakkı tanımamıştır.
BİR YANDAN DEVLETİN YANLIŞ MUAMELESİ, DİĞER YANDA PKK
Bölge insanı, 2010’lu yıllara kadar, Devlet-PKK ikilemi arasında ezilmekteydi. Devletin yanlış uygulamalarından dolayı kötü muamele gördüğü gibi, özellikle 80’lerden sonra, bölgeyi ateşe dönüştüren PKK’dan da hem canları, hem de malları itibariyle zarar görmüştür. Bu anlamda vatandaşın güvenliği tam olarak sağlanmadan, bölgedeki insanlarımızdan mutlak destek ve anlayış beklemek zordur.
Burada aslında olması gereken, devletin asıl suçlu olan, silâha sarılıp dağa çıkan ve devlete isyan edenlerle mücadele ederek, adlî takibat sonucu cezasını vermesidir. Devlet sınırları içinde her metrekaresinde, vatandaşın can ve mal güvenliğini, hem dağda köyde, hem de ovada ve şehirde sağlamalı, garanti altına almalıdır. Maalesef bilerek veya bilmeyerek yıllarca bölgedeki vatandaşların mal ve can güvenliğinde problemler yaşandı, özellikle şehir merkezlerinde, güvenlik görevlilerinin sadece kendilerini koruduğu, vatandaşın da güvenliğinin kendisine bırakıldığı korkunç ve vahim dönemler oldu. Bu durumun terörün büyümesinde ve yayılmasında büyük etkisi olmuştur.
DOĞU/GÜNEYDOĞU SÜRGÜN YERİ OLDU
Bölge halkının da ifade ettiği yıllarca bölgeye gönderilen güvenlik görevlilerinin ve bürokratların belirli bir ideolojideki insanlardan olduğu; ırkçı, Kemalist, laik bu insanların, hem önyargı ile bölgeye geldikleri, hem hırs ve kin ile muamele ettikleri, halka karşı bu olumsuz muamelelerin de devlet tarafından görmezlikten gelindiği, bölgede yaşayan vatandaşlar tarafından anlatılmakta ve bu durum devlet tarafından da bilinmektedir.
Yine yıllarca, Kürt vatandaşlarımızın yoğun bir biçimde yaşadığı doğu bölgelerinin, devlet bürokrasisinde problem çıkaran, kişisel problemleri, kaprisleri olan kimselerin sürgün yeri olarak kullanılması, bu şekilde gelen memur ve bürokratlarında iş yapmayıp problem üretmeleri, bu meselenin büyümesinde etkisi olmuştur.
Yapılması gereken, bölge için özel yetiştirilmiş, bölgeyi bilen, kültürünü benimseyen, başarılı, güvenlik ve idari bürokratların bölgede görev yapmasını sağlamaktır. Bölgedeki vatandaş kendisine saygı gösteren, malını ve canını koruyan devlet görevlilerine yakın alaka gösterip işlerini kolaylaştırdığı Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan örneğinde çok iyi görülmektedir.
Halkı baskı altına alarak silahların gölgesinde bölgeyi şekillendirmek isteyen terör örgütünün bölgede hâkimiyet kurmasına fırsat verilmemeli ve diğer alanlardaki iyileştirme önlemleri hayata geçirilmelidir.
ÇÖZÜM OLARAK BEDİÜZZAMAN’DAN ÜÇ ÖRNEK
Bediüzzaman Said Nursî, vatandaşı olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve inkâr etmediği ancak ayrılıkçı bir kimlik olarak da kullanmadığı Kürtlüğü ile devlete ve özelde bölge vatandaşlarımıza büyük hizmetleri olan, ümmet anlayışına sahip bir İslâm mütefekkiridir. Yaşayışı ve yazdıklarıyla bu problemin çözümüne önemli katkılarda bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu yıkılana kadar, Kürt kimliği ile İmparatorluğun birliği ve dağılmaması gerektiğini ifade ederek, İttihad-ı İslâm’ı savunmuştur. 1907’den itibaren İstanbul’da birçok gazete ve dergide yazdıkları, aksiyoner kimliği ile yaptıkları ortadadır.
Cumhuriyet kurulduktan sonra da, ayrılıkçı ve ayrıştırıcı hiçbir fikir hareketi içerisinde olmadığı halde, hakkında açılan üç büyük mahkeme ve yüzlerce takibat bunu göstermektedir. Bunların dışında yazmış olduğu 130 parça olarak ifade ettiği Kur’an tefsirinde, meslek olarak kabul ettiği ‘müsbet hareket’ projesiyle, bir fikir ve görüşünüz varsa bunu, şiddete başvurmadan ve güç kullanmadan, iletişim kanallarını kullanarak anlatmak ve yaymak olan anlayışı ile mücadeleci, yanlışlıklara karşı sivil itaatsizlik yöntemini benimsemiştir. İşte şimdi bu mücadele anlayışına sahip olan Said Nursi’nin Kürt meselesine ilişkin olarak söylemiş olduğu bir çok meseleden sadece üç konuyu örnek olarak dikkatlerinize sunmak istiyorum.
MAZİDEN GELEN TÜRK-KÜRT BİRLİKTELİĞİ
Said Nursî’nin 1907’de İstanbul’a gelip payitahtı gördükten sonra, İttihad-ı İslâm’ın yani, Müslüman toplulukların bir bayrak altında toplanması gerektiğine ilişkin görüşlerini ifade ederken, bu topraklarda öncelikli olarak Kürtlere yaptığı ısrarlı tavsiye, Türklerle birlikte olmak, birbirinin meziyetlerinden karşılıklı olarak faydalanmaktır. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu ve Türklerin İslâm dinine yaptıkları hizmetin çokluğu ve büyüklüğü ifade edilerek bunların bir manevi fazilet anlamında, hatırının olduğunu dolayısıyla onlarla mücadele, hele zarar vermek anlamında ayrılıkçı mücadele içine girilmemesi gerektiğini o günkü yazıları ve aksiyoner yapısı ile savunmuştur.
Meselâ, İkinci Meşrutiyet’in ilânı ve saltanattan meşrutiyete geçilmesi ile bir çok kesimden, yeni bir yönetim biçimine geçilmesinden dolayı müspet menfi tepkiler oluşmuştur. İşte bunlardan biri olan, İstanbul’da yaşayan ve çoğunluğu Kürtlerden oluşan ‘hamalların’, İttihatçılara ve dolayısı ile Meşrutiyet’e karşı tavırlarını boykot ederek ortaya koydukları bir hengâmda ve bunların anarşik olayların içine çekilmesi tehlikesini sezen Said Nursî, 10 Ekim 1908’de Kürt hamalların yoğun olduğu yerlere, özellikle kahvehanelere gidip konuşmalar yapması ve Meşrutiyeti anlatması ve onları ikna edip boykotu sona erdirmesi, ayaklanmaya dönüşmesini önlemesi gayretlerini, o günün gazete ve dergilerinde, kendi yazdığı kitaplardan öğrenmekteyiz.
“Altı yüz seneden beri bayrak-ı tevhidi [Tevhid bayrağını] umum âleme karşı ilân eden ve istibdada [tek kişi yönetimine] şiddet-i itaat [itirazsız itaat eden] ve terk-i âdât-ı milliye [milli âdetlerini terk ederek] ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz.”
Hamalların (çoğunluğu Kürtlerden oluşan) meşrutiyeti boykot etmelerine yönelik hareketlerine karşılık olarak, Hilafetin temsilcisi olarak Türklerin otoriteyi temsil ettiğini, yanlış olarak saltanat yoluyla tek kişinin iradesine devletin bekası anlayışı ile itaat ettiklerini ve milli âdetlerini Batılılaşma anlayışı ile terk ettikleri için, imparatorluğun çöküşe gittiğini anlatarak, Kürtlerin belirgin özelliklerinden olan cesur ve kuvvetli oluşlarını imparatorluk lehinde kullanarak, onlarla birlikte hareket edilmesini ifade etmiştir. Bunun neticesi olarak da, Kürtlerin yıllarca beraber yaşadıkları Türklerin medeniyet ve kültürel birikimlerinden yararlanabileceklerini ifade etmektedir.
—DEVAM EDECEK—