Şimdiye kadar şems-i İslâmiyet sehab-ı muzlim-i istibdat ile ve onun neticesi olan sû-i ahlâk ve zaaf-ı diyanetle mestur-u münkesif ve ma’kes olan kamer-i medeniyet, haylûlet-i cehalet ve vahşet ile münhasif...
Ey Mebusan-ı Ahali!
Hukukullah tabir olunan menâfi-i umumiyeyi bostan-ı medeniyette Mebus-u İlâhînin aynü’l-hayat Şeriatıyla iskà ediniz; tâ ki medeniyetimiz bu hayat ile gençliğini ebedîleştirsin ve adalet-i İlâhiye de hakkıyla tezahür etsin. Zira adalet-i İlâhiye arş-ı Şeriatta tecellî ediyor. Oradan nâzil olan ahkâmı düsturu’l-amel yapınız; tâ ki hukukullahta izinsiz tasarruf lâzım gelmesin. Sahib-i hakkın izni olmasa tasarruf caiz olmaz. İnsanlar hür oldular, lâkin yine ibâdullahtırlar.
İstibdat denilen dev-i derendenin pençe-i gaddarında hâtem-i hâtime-i edyan sükût ile ibkà edilmişti. Şimdi elbette, taht-ı medeniyette oturan ve efkâr-ı umûmî denilen Süleyman-ı Meşrûtiyetin engüşt-ü mübareğine, her hâsiyet-i teshîre mâlik nigîn-i Şeriat-ı Garra lâyık görülecek. Evet bunu lâyık görünüz, fiilen de tebrik ve inkıyad ediniz. Bırakmayınız, Meşrûtiyetin yed-i âdilânesine yakışan o seyfullah-ı beyzaya istibdadın pis pençesi ilişsin ve ağrazına vesile ederek o mübareği lekedar etmesin.
Milyonlarca dâhîlerin nusus-u kàtıadan istihracıyla Şecere-i Tûbâ gibi teşâub etmiş ve siyaseten ve maslahaten hangisinin hangi meselesine temessük caiz bulunmuş, “Yaş ve kuru ne varsa, apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En’am Sûresi: 59)” sırrını tefsir eylemiş olan mezahib-i erbaadan o define-i bîpayan ve bîintiha, o cevahirle memlûdur ya, o Şeriat-ı Garradan ahkâm-ı âdile ve hakaik-ı ulviyeyi düstur olmak üzere tanzim için hamele-i Şeriatın efkâr-ı umumiyesine müracaat ediniz; tâ ki Meşrutiyetteki hakaikı ve Kanun-u Esasîdeki ahkâmı daha mükemmel, daha vazıh, Şeriat-ı Garradan istihrac ve tanzim etsinler; nasıl ki az himmetle Mecelle-i Ahkâmı tanzim ettiler. Zira hablü’l-metin-i hayatımız olan ittihad-ı umûmî bununla tahakkuk edecek ve kuvvet bulacaktır.
Şimdiye kadar şems-i İslâmiyet sehab-ı muzlim-i istibdat ile ve onun neticesi olan sû-i ahlâk ve zaaf-ı diyanetle mestur-u münkesif ve ma’kes olan kamer-i medeniyet, haylûlet-i cehalet ve vahşet ile münhasif olduğundan, hâşâ, din-i İslâm müsaid-i istibdat ve atalet olduğuna dair bazıları için bir zann-ı bâtıl hâsıl olmuştur. “Hikmet mü’minin yitik malıdır; nerede bulsa alır.” [Tirmizî, Kitabü’l-İlim: 19] bir Şeriatta esas olsa, acaba ne senetle, ne suretle mâni-i terakkî olur. Siz de Meşrûtiyeti “meşrûiyet” ünvanı ile tavsif ve telâkki ve telkin ediniz; tâ ki o bâtılı tekzip edesiniz.
Eski Said Dönemi Eserleri, Makalat, s. 31-32
LÛGATÇE:
aynü’l-hayat: Hayat kaynağı.
haylûlet-i cehalet ve vahşet: Cehalet ve vahşetin araya girmesi.
hukukullah: Allah’ın hukuku, Allah’ın gönderdiği emir ve kurallar; kamu hukuku, toplum düzenini sağlayan hukuk.
iskà: Su verme, sulama.
ma’kes: Yansıma yeri, ayna.
mebusan-ı ahali: Milletvekilleri, halkın vekilleri.
Mebus-u İlâhî: Allah tarafından görevlendirilen vekil, Peygamber Efendimiz (asm).
menâfi-i umumiye: Umûmî faydalar, kamu yararı.
mestur-u münkesif: Tamamen örtülmüş, kapanmış.
münhasif: Sönük, gölgelenmiş.
sehab-ı muzlim-i istibdat: İstibdadın ve baskının karanlık bulutu.
şems-i İslâmiyet: İslâmiyet güneşi.