Hz. Âdem (as) zamanından beri gelen ve insan neslinin çoğalması için, Allah’ın koyduğu bir kanun gereği olarak evlenmek bir gelenektir.
Ancak, Peygamber Efendimiz (asm) “Evleniniz, çoğalınız. Ben kıyamet günü sizin çok olmanızla, iftihar edeceğim.” buyurmasıyla, evlenmek bir sünnet vazifesi olmuş.
İnsan hayatının en önemli ve lezzet aldığı şeylerin başında, yemek, içmek ve evlenmek meseleleri gelir. Cennet hayatında dahi bunlar, Cennetin en büyük nimetleri arasında sayılmıştır. Evlenmek bu dünya hayatından neslin devamı içindir. Ancak, cennet tenasül ile çoğalmak yeri olmadığından, eşler birbirlerine ebedî bir hayat arkadaşı olarak verilir ve neslin çoğalması için bir ücret olarak verilen haz duygusu ise, Cennete lâyık çok daha yüksek bir lezzet olarak ihsan edilir.
Evet, evlenmekten asıl maksat çocukların olması ve neslin devamıdır. Çocuk, evliliğin en güzel meyvesidir. Erkek ve kız çocukları olan ailelerin en önemli vazifeleri, onları İslâm terbiyesi ile yetiştirip, topluma faydalı fertler haline getirmektir. Verilmesi gereken bu terbiye ihmal edildiği ve onlar başıboş bırakıldığı takdirde, hem kendi ailelerine ve hem de topluma zararlı insanlar haline geldikleri, yaşadığımız sosyal hayatın neticeleri gözler önünde görülmektedir. Din ile, iman ve İslâm ile hiç alâkasız bir şekilde büyüyen genliğin ne hâle geldiği, ülkeyi yönetenleri dahi kara kara düşündürmektedir.
Sosyal medyanın insan hayatına girdiğinden bu yana, çocukların ve gençlerin içler acısı durumu bir yana, evlenmiş ailelerin dahi içine düştükleri durum, yetkili makamların tedbir almasını gerektirmektedir. Milletçe en sağlam olarak bildiğimiz aile kurumunun, çatırdamaya başladığını görmek, gerçekten aklı başında olan insanları kahretmektedir.
Kendilerini lâik olarak yorumlayanların, din ile bağlarının zayıf olduğu bellidir. Ancak, dindar aileler olarak bilinen kimselerde de büyük problemler yaşanmaktadır. Anne ve baba olarak kendileri dindar oldukları halde ve dinin icaplarını yerine getirmelerine rağmen, erkek veya kız çocukları başka âlemlerde yaşayan ve bu durumdan şikâyet eden nice aileler vardır ve ne yapacaklarını bilemez bir haldedirler.
Çocukların daha küçük yaşlarda iken din terbiyesi alması lâzım geldiğini, aksi takdirde sonradan bir yabancının İslâm’a girmesi gibi zor olacağını söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.” der. Ancak, nice dindar anneler “Oğlum paşa olsun, diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat, o çocuğun hayat-ı ebediyesini tehlikeye attığını düşünmüyor…O çocuk, ‘Niçin imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da, tebiye-i İslâmiyeyi almadığı için, validesinin harika şefkatine karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.” (Lem’alar s. 462.)
Bahsi geçen şu hakikatler çerçevesinde nice dindar ailelerin acınacak halleri olduğu gibi, Nur Talebesi olanların da, bu acı gerçekten bir hayli hisseleri vardır. Anne ve babası fedakâr bir dava insanı oldukları halde, bazılarının çocukları iman hizmetine katılmadıkları gibi, namazı dahi terk edebiliyorlar. Bu durum ciddiye alınıp, mutlaka meşveret zeminlerinde çareler bulunmalıdır. Çünkü, bizim nesil gittikten sonra, iman hizmetinin bayrağını bu gençlerin alması icap eder. Yoksa, bu durum tehlike arz etmektedir.