Neler oluyor hayatta? Her gün birileri gidiyor yanıbaşımızdan. Oyuncular değişiyor, aktörler yenileniyor günbegün.
Gidenlerin mi sayısı arttı, gelenler mi çoğaldı bilmiyorum. Galiba ben öyle hissediyorum. İnsanın çıkışı yaklaşınca böyle hissetmesi normal galiba. Şöyle ya da böyle, ama ortada bir ‘gitmek’ gerçeğinin olduğu açık.
Saklambaç oynar gibi yaşamak ve ölmek; dün vardı şimdi yok gibi oluyor. Yaşamak, dünyaya kafanı şöyle bir gösterip çekilmek gibi bir şey. Sonra da kabir taşının arkasına saklanmak ve bir daha görünmemek dünyalılara. Dünyanın bir oyun ve oyalamaca tanımlanması buradan geliyor galiba.
Alıştığımız insanların aramızdan çekilivermeleri, oyunbozanlık yapıp oyunu yarıda bırakan çocuklar gibi sanki.
Sevdiğinin yanından ayrılması, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi geliyor insana. İnsan hüzünleniveriyor. Ayrılık duygusu bütün her şeyi sarıveriyor.
Kabul etmek zor ayrılığı. Oysa hüzün, gözyaşları, ayrılmak hepsi insanın gerçeği. Kavuşmanın anlamlı ve güzel olması da bundan değil mi?
Bir yakın vefat edince bütün hatıralar, bir sinema şeridi gibi hücum eder insanın zihnine. Unuttukların bile doğup gelir derinlerden. Ve ne çok zengin bir dünya ile karşılaşır insan.
Doğru, ne çok şey vardır anlamlı olup da yaşarken fark edemediğimiz. Gidince fark etmek de, ‘ahh’ diyerek bir iç geçirmeye sebep oluyor.
Keşke dersiniz ve öylece donup kalır film ve film bitmeden sinema boşalır. İtiraz edersiniz, daha hikâye bitmemişti, bu nasıl film diye. Yapacak bir şey yok.
Böyle takdir edilmiş deyip, bitmeyen hikâyelere dönersiniz yönünüzü. Ama anlarsınız ki, hiçbir film, tam bir hikâyeyi çekmemiştir.
Evet, hiçbir hikâye tam olarak bitmez dünyada. Evet, gidenler gider, ama hikâyeleri devam eder.
Hoş bir sâdâ bırakıp gidenlere ne mutlu.