Gerçeklerin de çekirdekler gibi lüb ve kışırı, yani bir özü, bir de kabuğu vardır.
Bunların en önemlisi, en asil ve ebedî olanı, iman ve din gerçeğidir. “Öz veya kabuk, ne fark eder” diyenler olabilir. Onlara şu temsil ile meseleyi anlatmaya çalışalım.
Adamın birine birgün birisi ceviz içi ikram etmiş. O adamın da çok hoşuna gitmiş, onun kaynağını aramaya koyulmuş ve biri ona cevizin ağacını göstermiş. Bu zavallı o iştahla dışının yeşil kabuğu ile cevizleri yemeye başlamış. Fakat malûm, yeşil kısmı acıdır. Adamın ağzını burnunu yakınca, kaldırıp atarak “Beni aldatıyorsunuz ne alâkası var bunun gerçek cevizle” deyince, o arada ehli hamiyet biri hemen cevizin kabuğunu kırıp içini adama ikram etmiş. Adam doyasıya yeyip iştahını giderince “Hay Allah senden razı olsun, ceviz dediğin işte böyle olur” deyip, o da başkalarına bu mübarek meyveden istifade konusunda rehberlik etmiş.
İşte din gerçeği de böyledir. Dinin usûlünü esasını bilmeyip şekilden ibâret sananlar, onun hak ve müstehakını bilmeyip, dini anlatmaya çalışanlar, insanları dinden soğutuyorlar, bu günkü gençliğin deizm girdabına sürüklendiği gibi...
Bu acı gerçeğe Bediüzzaman “Muhakemat” isimli eserinde şöyle dikkat çekiyor:
“İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek, kışrına ve zahirine vakf’ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehm ve su-i edep ile, İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek, evham ve hayâlâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür etti. Hem de hakkı var. Zira biz İsrâiliyatı usûlüne ve hikâyâtı akaidine ve mecâzatı hakâikına karıştırarak, kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dip için, zillet ve sefâlet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir. Öyle ise ey ihvan-ı müslimin! Geliniz, ona tarziye vereceğiz (ondan özür dileyeceğiz). Elbirliğiyle dest-i sadâkati uzatacağız (doğruluk yemini edip), biat edeceğiz, onun hablü’l-metinine sarılacağız.”
Böyle bir serzenişten sonra Bediüzzaman; “Bila perva olarak ilân ederim... beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki, hak neşv ü nemâ bulacaktır (eğer, çendan toprakta gizlense) ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır (eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden, az ve zayıf olsalar). Hem de itikadımdır ki: İstikbâle hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir... Emareler görünüyorlar... Biz ile ecnebiler, bazı zevâhir-i İslâmiyet ve bazı mesâil-i fünun ortasında; hayalî batıl ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münâkazattır. Afferin maarifin himmet-i feyyazânesine ve fünunun himmet-i merdânesine ki, meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki techiz ederek, o manilere gönderip zir-ü zeber etmiş ve ediyor.” (Muhâkemat s.16-18)
İşte Bediüzzaman, bu gibi teşhis ve müjdelere devam ederek, din ve fenni zıt veya muarız telâkki eden yanlış ve saçma anlayışların bizi dünya rahatından, Avrupalıları da, ahiret saadetinden mahrum ettiğini de esefle belirtiyor.
Bediüzzaman, İslâmiyetle olan tarik-i müstakimi göstermekle, ehl-i tefrit olanların şüphelerini ret ve yüzlerine vurmakla beraber, tarik-i müstakimin öteki cânibini ve sâdık-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin korkularını tard ve asılsızlığını göstermekle rehberi hakikat olan İslâmın hakaikını âleme ilân etmiştir.
Muarızlarının “sureten on üçüncü (milâdî yirminci) asrın evlâdı, fakat fikren Kurun-u Vusta’nın (Orta Çağ’ın) yadigârlarıdırlar” ifadesiyle, “Onlar için bu zamanın çok bedihiyatı mevhumat sayılır” demektedir.
Netice olarak lübbü kışırda aramak tavus kuşunu çıktığı yumurtanın kabuklarında aramak gibidir. Yerdeki kabuklar nere, havada tayaran eden tavus nere?
İşte maalesef, bugün âlem-i İslâm’ın düştüğü durumda budur. Rabbim en kısa zamanda intibahlar, inkişaflar ve ittifaklar ihsan etsin.