Tasavvufa göre ise hakikî nur: kendisi vasıtası ile eşya idrak olunan, fakat kendisi idrak olunamayan nurdur.
Zira o, nisbet ve izafiyetlerden müstagni (soyut) olması yönünden Hak Teâlâ’nın zatıdır. Dolayısıyla gerçekte nur Hakk’ın varlığından ibaret olup, kendisi Zâtı ile var olduğu gibi başkalarını da zuhura getirmiştir. Çok önemli bir âlim olan ancak hayatının son dönemlerinde tasavvufta karar kılan Gazzali de, tek ve hakikî Nur’un Allah olduğunu, onun dışındaki nurlara ancak mecazi nur denilebileceğini, ifade etmiş ve nuru “zuhur” olarak tanımlamıştır.
Görüldüğü üzere mutlak ve Zatı Nur ancak Allah’dır. Bütün nurlar, varlıklar, vahyi ve mesajlar nurunu ondan almaktadır. Bu bakımdan ona “Nuru’l-Envar: Nurların Nuru” denilmiştir. O halde şöyle bir tasavvur geliştirebiliriz: Mutlak, aslî, zatî, râsih nur ancak Allah’tır. Ondan gelen kavli mesajlar yani diğer semavî kitaplar ve Kur’ân’ın ihtiva ettiği ilimler manevî nur, mahlûkat ise izafi nurlardır. Nur olan İlâhî vahiy insanlara tebliğ ve tebyine vazifeli olan nebiler, işlevlerine bakan boyutu itibariyle yine izafi olarak nurdur. Vahyin ve dolayısıyle nebilerin getirdiği mesajı tasdik etmek, yani iman manevî olarak nurdur. Nur olan Kur’ân ve İslâm’a ayna olan çalışmalar, tefsirler irşad kaynakları aynalığı nisbetinde nurdur. Bu tefsirlerin ve irşad kaynaklarının müellifleri aynı nisbet ve izafiyet içinde işlevlerini gerçekleştirme boyutu itibariyle nurdur. Bu irşad halkaları tedrici ve kıyasî olarak yine nurdur. Bu ekoller ve bunların ortaya koyduğu şahs-ı maneviler keza izafi olarak nurdur. İşte onun içindir ki, Merhum Osman Yüksel Serdengeçti Tarihçe-i Hayat’ta Nurcuları tasvir ederken: İçleri NUR, dışları Nur, sözleri Nur, özleri Nur ve hepsi huzur içindeler” demekle o nurun bu asırdaki tezahürünü açıkça ilân etmiştir.
Bu bağlamda herhangi bir âidiyet taassubu sözkonusu olmaksızın rahatlıkla diyebiliriz ki, içinde yaşadığımız ahirzamanda, nur olan Kur’an’a parlak bir ayine olan ve adı da, “nur” kelimesiyle tesmiye edilen Risale-i Nur, manevî bir “nur”dur. Bu nuru okuyan, bu suretle Kur’ân nuruna nüfuz etmeye çalışan, iman nuru ile akıl ve kalplerini tenvir eden, dahası bu nurun inkişafı için say’ı gayrette bulunan Risalei-Nur Talebelerinin şahs-ı manevisi izafi olarak Nur’dur.
O halde âyet ve hadislerde sıklıkla vurgulanan; “nur” kavramının asrımızdaki en parlak tezâhürü, Risale-i Nur ve bu nurlar manzumesinin şahs-ı manevisidir.
Bu bağlamda “zulmet”in ya da çoğulu ile “zulümat”ın güncel tezahürlerine baktığımızda bütün küfür, inkâr, şirk, fısk ve hatta cehalet cereyanları, bu cereyanların temsilcileri bu kapsama girmektedir. Daha somut ifâde etmek gerekirse meselâmateryalizm, ateizm, Darvinizm, deizm, naturalizm ve agnostisizm gibi bütün izmler zulümattır ve yalancı memeler gibidir avutur, uyutur, fakat kesinlikle insanı doyurmaz çünkü, âyeti Kerîme de “Haberiniz olsun, kalpler ancak Allah’ı zikirle (imanla) tatmin olur” (Rad Sûresi, 28) buyrulmaktadır ki o zikir de bir nurdur. Zikirsizlik de bir zulmettir. Bu amaç etrafında çalışan kuruluşlar, şahs-ı maneviler, basın ve yayın organları... derece be derece zulümatı güncel tezahürleri içinde değerlendirilebilecek ekol vakıa ve fikirlerdir.
Demek nur ve zulmet müstakil çalışmalara konu olmuştur. Bizim bu yazıda dikkat çekmek istediğimiz husus bu kavramlara ilişkin manaların “nazariyede kalmayıp güncel tezahürlerine bakmak aramak ve bulmak gerektiğine dair küçük bir işarette bulunmaktan ibarettir. Yazıyı ışığını mutlak Nur olan Allah’tan alan güneş gibi mesajlarını aynı mutlak Nur’dan alan ve kâinat’ın güneşi olan Hz. Muhammed’in (asm) “Nur duâsı” ile devam edelim:
Allah’ım kalbime büyük bir Nur ver; gözüme bir Nur ver, kulağıma bir Nur ver; sağıma bir Nur, soluma bir Nur ver. Üstüme bir Nur, altıma bir Nur ver. Arkama bir Nur ver, önüme bir Nur, arkama bir Nur ver; bana büyük bir Nur ihsan eyle!”
Ey Nur muhit ol, kâinâtı kuşat, ya bizi de yanına al, ya da insanca yaşat! AMİN!
—SON—