Tarihte ise, İbni Arabî, bu mu’cizeye Kur’ân-ı Kerîm’in 422. sayfasındaki ayetlere göre dikkat çekmiştir. Ancak Bediüzzaman ise, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın tamamını, bu zaviyeden de, insanlığın nazar-ı ibretine takdim etmiştir. Meselâ:
İbni Arabî bilhassa bu tevafuk mu’cizesine istinaden; “Kur’ân sadece bir kitap değil, yaşayan bir hakikattir; Allah’ın (cc) nefesidir ve buradayım demesidir” demiştir. Böyle küllî bir mu’cize, bütün duyguları sınırlı olan bir beşere verilebilir mi? İnsan zihni bu kadar kusursuz bir düzeni asla üretemez ve bu hiçbir tabiat ve tesadüfe de verilemez. Çünkü Allah (cc) haricinde kâinatta insandan daha mükemmel bir varlık da mevcut değildir. Zira insan “ahsen-i takvim”dedir (Tîn Sûresi, 4).
Bütün ihtimaller zihnin oyunudur. Hakikat ise çok basit ve Allah’ın işaretidir. Onun için “El-ârifü tekfihil işâre” (Ârif’e işaret yeter) ve “Ârife tarif gerekmez” de denilmiştir. Bir de kalpleri mühürlenenler vardır ki, onların şerrinden de Cenab-ı Allah’a sığınmak gerekir. Yorulan zihin nihayet kalbe döner. Kur’ân-ı Kerîm’deki ilim, irade ve kudret gibi milyonlarca mu’cize sadece tevafuka indirgenirse, bu da büyük resmi küçültmektir. Yani onların her birerleri kendi alanlarında öyle harikalardır ki, adeta aynı orkestranın notaları gibidir. Yani Allah iradesini sadece sözle değil, şekil ve sanatlarla da mühürlemiştir. Fakat her göz görmez; çünkü nankörlüğünden mühürlenenler vardır. Nankörlükten daha büyük bir körlük olamaz. Yani ihtimallerin ötesinde bir gerçek vardır. Onu arayanların uğultuları bazen senin kalbini tatmin etmez, bunaltır. İşte o, ruhun aradığı gerçektir. Kur’ân-ı Kerîm’in tevafuk mu’cizesi de o sessiz hakikatlerdendir. Bu bir tesadüf değil, bilakis Allah’ın (cc) kuluna fısıldamasıdır.
Tevafuk, insan ruhunu hakikate götüren bir “hak” çağrısıdır. Hakikati sadece gözünle değil, kalbinle de görürsen o bir kurtuluş olur. Çünkü bütün açıklamalar bir noktada tıkanır; tevafuk ise kalbin uyanması için bir tıklamadır. Hakikate giden yol, aklın tıkanması ve kalbin açılmasıyla başlar. Eğer Allah (cc) kelamında böyle ince bir düzen, bir işaret bırakmışsa, senin hayatın tesadüf olabilir mi? Acılar nasıl tesadüfe verilebilir? İnsanın kanını dünyaya denk tutan Allah (cc) insanı nasıl ihmal eder? “Ayağın taşa değse kalbini yokla” demişler. Bediüzzaman ise: “Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki, te’sir-i hakikî yalnız ve yalnız Allah’ındır (cc)” diyor.
Tevafuk, Allah’ın (cc) “Buradayım” demesidir. Zihnin en büyük imkânı, kendi sınırını fark edip kalbe dönmesidir.
Mu’cize de bir anahtar gibidir; mü’mine iman kapısını açar, münkire de Cehennem kapısını. İşte Bediüzzaman, tevafuk mu’cizesi ile ehl-i küfre meydan okuyup ibadetlerin kapısını yeniden ehl-i imana açmıştır. O halde tek çare ve cevap, Cenab-ı Hakk’tır.
Bir de “imkân-ı zihnî” vardır ki, o bitmeyen ihtimaller üretir ve neticede kendini bir labirentin içinde bulur. Zihnin imkânı sonsuz görünür ama hakikate asla ulaşamaz (filozoflar misali). Çünkü hakikat, ihtimalin ötesindedir. Kur’ân-ı Kerîm’in 422. sayfasındaki ayet de, İbni Arabî’nin ifade ettiği gibi, kalbin ışığında ortaya çıkar. Çünkü bu meselede akıl, kalbe yetişemez.
Bediüzzaman bu gibi meseleleri; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Rumuzat, İşârâtü’l-İ’caz, İşârât-ı Kur’âniye ve Tılsımlar gibi eserlerinde çok çeşitli boyutlarıyla izah ve ispat etmiştir; onlara havale ediyoruz.
Canlı misal için, Bediüzzaman’ın yazdırdığı Tevafuklu Kur’ân’a bakılmasının gereğini hatırlatarak bu nurlu bahsi noktalıyoruz. Vesselâm...