Uhud Savaşı’nda sancağı taşıma vazifesi Hz. Musab’a aitti.
Resulullah (asm) Musab’a hitaben: “İleri, Ey Mus’ab, daha ileri!” diye seslendi.
Gelen cevap Peygamberimizi (asm) hüzünlendirdi:
“Ben Mus’ab değilim.”
Bu cevap üzerine Resûlullah (asm) sancağı taşıyanın bir melek olduğunu anladı. Demek Mus’ab şehit olmuştu. Ve sancağı melekten alarak Hz. Ali’ye verdi.
Daha sonra geri dönerek Mus’ab’ın mübarek cesedini buldu.
Başucuna gelerek Ahzab Sûresinden şu mealdeki âyeti okudu:
“Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bazıları şehid oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.”
Ve devamında şöyle buyurdu:
“Allah’ın Resulu (asm) de şahittir ki, siz kıyamet günü Allah’ın huzurunda şehîd olarak haşr olunacaksınız.”
Daha sonra yanındakilere dönüp:
“Bu zatları ziyaret ediniz. Onlara selâm veriniz. Allah’a yemin ederim ki, kim bu zatlara dünyada selâm verirse, kıyamette de bu aziz şehitler kendilerine mukabil selâm verecektir.”
Daha sonra bütün şehidler defnedildi. Mus’ab bin Umeyr’e kefen olarak bir şey bulunamadı. Bunun üzerine vücudu kaftanıyla, ayak tarafı da otlarla örtülerek defnedildi.
“Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.”
Bediüzzaman Said Nursî