Ömer o zamanlar Viyana’da, ticarî bir işletmenin sorumluluğunu üstlenmişti. Müşterilerle ilgilenir, bazen sohbet eder, bazen de onlara kitap verirdi. Fırsat buldukça da hemen kaldığı yerden okumaya devam ederdi.
Bir gün, ayağı hafif aksak, nev’î şahsına münhasır bir Avusturya’lı içeri girer. Ömer o esnada Risale-i Nur okumaktadır. İçeri giren adamın dikkatini çeken ilk şey kitap olur.
Hemen sorar; “Nedir o okuduğunuz? Kur’ân mı”?
Ömer; “Hayır. Bu Kur’ân’ın manasıdır. Âyetlerini tefsir ediyor.”
Kırmızı ve kalın kaplı bir kitap “Kur’ân”ı çağrıştırdığına göre, belli ki adam boş değil.
Hangi niyetle sorduğunu da bilemezsiniz.
Gerçi fazla gecikmez, derdinin ne olduğunu söyler adam;
“Ben bir Hıristiyanım. Yani, Hıristiyanım diyorum, ama pek alâkam yoktur. Dinimin gerekliliklerini yerine getiren birisi değilim. Fakat bir şeyi çok merak ediyorum.”
“Nedir o?”
“Her şeyi anlıyorum da, insanların neden Müslüman olmayı tercih ettiklerini anlayamıyorum. neden İslâm?”
Belki de ihtiyacı olan çok küçük bir şeyi satın almak için içeri giren adamın, böylesine büyük bir sorusuna muhatab olur Ömer.
Şöyle der Ömer;
“Doğru adrestesin.”
“Nasıl yani?”
“Bu sorunun cevabını alabileceğin en doğru adrese gelmişsin sen.”
“Öyle mi? Nedir cevap?”
“Bende bir kitap var, bunu okursan anlarsın neden İslâm.”
“Ne kitabı?”
“Mektubat. Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan. Özellikle de 19. Mektubta bulursun cevabını. Gerçi tamamını okumanı tavsiye ederim, ama sen önce 19. Mektubu oku, sonra istersen baştan başlar hepsini okursun.”
Öyle ya, herkes Allah’a inanabilir. Fakat “neden İslâm” sorusunun cevabı nübüvvette saklı. O dini getirene iman etmeden, olmuyor.
Ömer adamın merakını celbetmeyi başarmıştır. Adam kitabı almayı kabul eder. Fakat durum biraz farklı.
“Tamam kitabı veririm sana, ama bunun için yirmi euro ödeme yapman gerekiyor.”
Adam şaşkın.
“Yani o kadar şey bunun için miydi acaba? Sırf yirmi euro koparabilmek için mi beni kitabı almaya ikna etti?” diye geçiriyordu belki de aklından.
Tabiî Ömer noktayı koyar;
“Bu kitabı al, oku, beğenmezsen gel paranı geri vereceğim.”
Adamcağız ne yapsın bu durumda. İşi bitmişti resmen. Almak için geldiği şeyi dahi unutmuş muydu, bilemiyorum. Ama teklifi kabul eder, kitabı alır ve gider.
Ömer bu yaşananları olduğu gibi kardeşine anlatır.
Aradan haftalar, aylar geçer.
Bir gün kardeşine der ki;
“Muhterem, hatırlıyor musun sana bir adamdan bahsetmiştim, kitap almıştı, yirmi euro ödemişti?”
“Evet, hatırladım abi. Ne oldu?
“Valla muhterem, gidiş o gidiş. Adamdan ses yok.”
“E tamam abi, ne güzel işte. Sen ‘beğenmezsen gel’ dememiş miydin? Demek ki beğenmiş.”
Kardeşiyle bunu konuşup gülüşürler, ama..
Bu gülüşmelerden sonra adamın tekrar Ömer’in iş yerine gelmesi fazla gecikmez.
Bu defa şaşkınlık sırası ondadır.
“Muhterem, hani konuşmuştuk ya şu adamı, kitap meselesi.”
“Evet, geldi mi yoksa?”
“Evet, geldi”
Ve dedi ki; “Bu nasıl bir kitaptır böyle bana verdiğin? tamamını okudum, sonra tekrar başa döndüm, ikinci defa okumaya başladım. Bu öyle bir kitap ki, bütün insanlar için en zarurî bir ihtiyaçtır.”
Sahip olduklarımızın kıymetini bilmek duâlarıyla...