Seçim sonrası yorumlara bakıyorum, bizim camianın; PKK kökenli olmasından ötürü meclise giren partiye gösterdikleri reaksiyonu takip ediyorum... Ve şaşırıyorum...
Hiç mi Münâzarât okumamışız, okuduysak ders mi almamışız?
Demokrasi kavramının tam oturmadığı, tahammülsüzlük ve etiketlemenin revaç bulduğu, herşeyin herc ü merc olduğu, dahası padişah 2. Abdülhamid’in düşürülüp ortalığa Jön-Türklerin hâkim olduğu bir hengâmda;
- 2. Meşrûtiyet’in ilânından sonra baş gösteren 31 Mart hadisesinde meşrûtiyeti savunan onca makalesine ve faaliyetlerine rağmen rejimi istemeyenler safında görülmüş,
- Divân-ı Harp’te yargılanıp beraat etmiş, “Zalimler için yaşasın cehennem” demiş fakat hürriyete - cumhuriyete (tabiî ki o zamanki adı ve sistemiyle; meşrûtiyete) olan inancını hiç kaybetmemiş,
- ve dahası bütün sancılarına rağmen zarurî ve acil olarak bu sistemin benimsenmesini her gittiği yerde tavsiye etmekten bir an geri durmayarak ikaz etmiş bir âlimin- müceddidin eserlerini okuyoruz...
Bu infial, bu ümitsizlik, bu karamsarlık bize yakışmıyor...
Üstelik o ittihatçılar canına kastetmişlerdi, haksızca isnatlarda bulunmuşlar, onu şeriatçilikle - (o günün siyasetince bu kelimeye yüklenen anlam bildiğimiz manasından farklı olarak; gericilik, meşrûtiyet öncesi yönetimi istemek ve özlemek; yani siyaseten irtica, padişah yanlısı politika takip etmek, meşrûti hükümete muhalif olmak gibi açılımlara sahiptir) Divan-ı Harp’ten dönen bir insan olarak onları methetmek şöyle dursun tam aleyhtarı olması gerekmiyor muydu?
31 Mart sonrası Doğu Aşiretlerine gittiğinde bu gün bazılarının; “Bu parti meclise girdi, sonumuz berbat” endişesine benzer endişeleri dün Kürt aşiretlerinin ileri gelenleri; devrin İttihatçıları ve gayr-ı müslimler için taşıyorlar, “Bunca Müslümanı kıran Ermeniler, neden meclise giriyor? Bu tatlı su Müslümanı dine lâkayd İttihatçılar niçin bizi yönetiyor, böylesi bir manzara bizdeki din gayretine dokunuyor?” diye tepki gösteriyorlardı...
En büyük korkuları dinin elden gitmesi idi... Yeni rejimin sahiplerinde böyle emarelerin mevcudiyetini hissediyorlar ve soruyorlardı;
S- Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?
Cevap şöyle geliyordu: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise, yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”
İslâmın vazettiği değerlerin; siyasî bir kaos ve kargaşalığın veya bir yönetim değişikliğinin karşısında sarsılmaktan uzak ve rasih olduğuna, dinin kaimiyetinin idareci ve dinî değerleri kullanan bir takım memurların varlığına bağlı olarak görmenin sığlığından kurtulunması gereğine ve asıl; İslâmın pırlanta hükmündeki mesajları ve esaslarının toplumda ve şahıslarda parlamasını ve taşınmasını sağlayan gücün hürriyetperver bir sistemin cari olmasıyla mümkün olabildiğine ve dolayısıyla meşrûtiyetten; “din elden gidiyor” duygusuyla çekinmenin yersizliğine ve Abdülhamid’in de dinin koruyucusu olması gibi bir mevkiye koymanın aşırılığına bundan bir asır öncesinde işte böyle ifadelerle dikkat çekiyordu... Fakat muhataplarının endişesi bununla da sınırlı değildi...
Dünyayı saran ve Osmanlı’da din birliğinden gelen ittihad ve uhuvvet duygusunu tar u mar eden tahripkâr milliyetçilik akımının tesiratıyla şunu da soruyorlardı aşiret mensupları:
“Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimize de bir kavim olduğumuzu göstermek nâsıldır? Zira hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır...”
Bu soruya cevaben istiklâliyet ve Türkler’den ayrı yol tutmama konusunda aşiretleri uyarıyor, Kürt kavimlerinin saadetinin de istibdattan uzak bir katılımcılıkla idarede söz sahibi olmaları gerektiğine pınar-çeşme-havuz misali ile dikkat çekip (misalin tamamına eserden bakabilirsiniz uzunluğundan ötürü iktibas yapamıyorum) netice itibariyle şöyle diyordu:
“Ey Kürdler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen, taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdâdı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saâdetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffar yapıp, ma’rifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngân atınız; tâ bir kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa dâimâ dilenci olacaksınız, yâ susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri yâ haksız veyâ tenbeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenâlıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.”
Bugün; bu parti ve arkasındakilere yüklenilen endişelerin belki 100’le çarpımı kadar fazlasını dün KÜRTLER Bediüzzaman’a soruyor ve özellikle de daha bir süre önce bir çok Müslümanı asıp kesen gayr-ı müslimlerin meclise girişini, idareci oluşunu bir türlü hazmedemiyorlardı... Soruyorlardı; “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz âyetinin hükmüne de zıt değil mi bu durum?” diye...
Cevap şöyle geliyordu: “Bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? EHL-İ KİTAPTAN bir haremin olsa elbette seveceksin!”
İşte bugünkü kafa karışıklığının benzeri sorulara emsalsiz yorumlarla açıklık getiren, ahlâkî ve vicdanlı duruşun ancak hürriyete imkân tanıyan zeminlerde neşv ü nema bulup yayılacağına dikkat çeken, hamiyetin idareciler yerine, ferdi olarak insanlarda güçlenmesi gerektiğine vurgu yapan, huzursuz kitlelere itidal çağrısında bulunan ve hayat içinde siyaset harici bin türlü beraberlik sebeplerine dikkat çeken müceddidimiz var iken.. durumu bir Estergon Kalesi kaybı gibi algılamak, bir Viyana önlerinde bozgun yemiş ordu moralsizliğiyle olayı yorumlamak dar zaviyelerden bakmak bize; bu eserlerin ve hizmetin taliplerine yakışmıyor..
Hasılı; bizim MÜNÂZARÂT’ı tekrar tekrar okumamız gerekiyor, Kürt kardeşlerimize okutmamız gerekiyor...
MÜNÂZARÂT; terim olarak karşılıklı fikir alış verişi, görüşleri bildirme aktarma, kelime manası olarak ise; BAKIŞLAR demektir. Yeni bir bakış, yeni bir vizyon için bizim elimizde yeterince delilimiz var... Yine bu eserde ‘böylesine olumsuz olmayın, hadiselere güzel bir perspektifle bakın’ ikazını yukarıda zikrettiğimiz izahlardan sonra o çok bildiğimiz cümleyle şöyle yapıyor Hz. Üstad:
“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.”
O halde içimize karabasanlar çöktürmeye gerek yok, siyasetin bizi bu kadar aykırı düşüncelere sevk etmesine de... Koca üç ayları maneviyat denizinde yüzerek mi siyaset dehlizlerinde debelenerek mi geçirdik? Şapkayı koyarak önümüze bunu düşünelim... Bu hesap ve sayım bize yeter vesselâm!