Evet, bazen farkını anlayamadığımız bir nokta: Dik durup dikleşmemek. Özellikle de haklı olduğumuz bir meselede.
Hakkımızı savunurken, duruşumuzu muhafaza ederken çoğu zaman farkına varmadan tavrımızda bir sertlik, bir kibir, hatta bir “ben bilirim” edası ortaya çıkıyor. Oysa Üstad’ın hayatına baktığımızda hem dimdik bir iman duruşu, hem de müthiş bir tevazu ve nezaket görüyoruz. Dik durmak; inandığı değerlerden, hak bildiği yoldan taviz vermemek demektir. Zulme boyun eğmemek, haksızlık karşısında susmamak, eğilip bükülmemektir. Ama dikleşmek, bunu yaparken insanları incitmek, kendini yüceltmek, gururla hareket etmek demektir. Birincisi şahs-ı manevînin bir tezahürü, ikincisi ise nefsin bir tezahürüdür.
Üstad, hayatı boyunca asla dikleşmedi. Haksızlığa uğradı, zindanlara atıldı, zehirlendi, sürgün edildi. Ama hiçbir zaman “Ben kimim biliyor musunuz?” tavrına girmedi. Çünkü davası şahsî değildi. Ne şahsını öne çıkardı, ne de nefsine pay çıkardı. Her sözüyle, her tavrıyla davanın sahibinin Allah olduğunu gösterdi.
Bugün de bizim için esas olan, bu çizgiyi doğru okuyabilmek. Evet, haksızlık varsa haykıracağız. Ama bunu yaparken karşımızdakini ezmeden, kırmadan, incitmeden. Çünkü Kur’ân ahlâkı bunu emreder. “Onlar, öfkelendiklerinde öfkelerini yenerler, affederler”1 buyuruluyor. Öfkeyi yutmak kolay değil ama imanla mümkündür.
Mesele sadece bir üslup meselesi değil; bir hal, bir tavır meselesidir. Gönlünde kibir taşıyanın dili yumuşak olsa da gönül bunu hisseder. Ama kalbinde muhabbet taşıyanın bakışı bile bizleri etkiler. İşte bizim duruşumuz, haklı bir dava uğruna, haksız bir tavra düşmeden olmalı.
Yeni Asya’nın çizgisi de hep bu olmuş zaten: Doğruları açıkça söylemek ama nezaketten taviz vermemek. Hakkı haykırmak ama kavga etmeden yapmak. Çünkü biz şahsî hesapların değil, şahs-ı manevînin mücadelesindeyiz. “Ben” değil, “biz” diliyle konuşmak zorundayız. Unutmamak gerekir ki, hakikat hizmeti sadece sözle değil, tavırla, hâl ile tezahür eder. İnsanlara hakkı anlatırken kullandığımız üslup, o hakikatin kabulünü doğrudan etkiler. İşte burada en büyük rehberimiz, Kur’ân ve sünnet ölçülerinde yaşayan Üstad’dır. O, kendisine zulmedenlere dahi, vakar ve merhametle mukabele etti.
Risale-i Nur’daki birçok yer, bu hassas dengeyi gösterir. Meselâ, Münazarat’ta halkı ikna etmeye çalışan bir Üstad görüyoruz. Ama hiç kimseyi küçük görmeden, yermeden. Bilakis, halkın seviyesine inen, onların dilini kullanan bir muhatap. Bu, işte hakka hizmetin ruhudur. Günümüzde sosyal medyada ya da gündelik sohbetlerde, bazen en doğru şeyler bile yanlış tarzla söylenince kırıcı oluyor. “Merhamet, hakkın şefkatle söylenmesidir” desek yeridir.
Ayrıca, bu tavır sadece dışa karşı değil, kendi iç dünyamızda da gerekli. Bazen kendi nefsimize karşı da dik durmak gerekir. Nefsimiz kibirle dikleşmek ister, biz ona karşı teslim olmayarak dik dururuz. İşte asıl zafer burada başlar. Öyleyse her Nur talebesi, bu ince çizgiyi gözetmekle mükelleftir. Hakka hizmet ederken de nezaketi elden bırakmamalıdır. Zira Nurcu olmak; sadece doğruyu bilmek değil, doğruyu en güzel şekilde temsil etmekle mümkündür. “Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir.”2
Ne boyun eğerek taviz vereceğiz, ne de kibirle insanları kıracağız. Çünkü biz kardeşiz.
Yeni Asya’nın da yarım asrı aşkın süredir takip ettiği bu çizgi, bu duruşun ifadesidir. Hakikati, izzetle ve sabırla anlatmaya çalışıyoruz. Ve biliyoruz ki bu yol; meşakkatli ama selametli bir yoldur.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmrân: 134.
2- Mektubat, Yirmi İkinci Mektup