"Gerçekten" haber verir 09 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Fatma Nur ZENGİN

Şu milletin saadet ve selâmeti, Ermenilerle dost olmaya bağlıdır



Günlerdir gündemimizi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Türkiye-Ermenistan millî maçını seyretmek için Ermenistan’a gidip gitmemesi meşgul ediyordu. Muhalefet karşı çıkıyor, hissî davrananlar karşı çıkıyor, iki milletin karşılıklı hoşgörü ve iyi ilişkilerini haz edemeyenler ve her zaman gergin bir ortamda olmasından memnun olanlar veya ırkî bir milliyetçilik duygusu güdenler, bu dâvete icabet ihtimalinden pek memnun görünmüyorlardı. Ama akıl ve mantık, böyle bir ziyaretin her iki milletin geleceği için de güzel neticeler vereceğini söylüyordu. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı da, akıl ve mantığın sözünü dinleyerek, Ermenistan’a gitti ve maçı seyretti. Sayın Abdullah Gül gitti de ne oldu? Kötü bir şey mi oldu? Dünya mı yıkıldı, kıyamet mi koptu? Netice itibariyle, maç 2–0 Türkiye’nin galibiyetiyle sona erdi. Maçın sonucu zaten mühim değildi. Mühim olan dostluk ve barış duygularının pekiştirilmesi ve geleceğe yönelik bir yeşil ışık yakılmasıydı.

Türkiye’de bütün bunlar olurken, aklıma Kahire’de yaşadığım bir olay geldi. Mısır’da genelde Türk damak tadına uygun yiyecekler bulmakta çok zorluk çekmiyoruz. Ama zeytin, beyaz peynir, sucuk vs. gibi bazı gıdaları bizim damak tadımıza uygun bulmak oldukça zor olduğundan, (artık Türk peyniri satılmakta, ama ilk etapta yoktu) sürekli yanımızda giderken götürmek zorunda kalıyoruz. Normalde bal tüketen bir kişi olduğumdan, reçeli pek aramıyordum. Günlerden bir gün hem misafirim geleceğinden, hem de değişik bir tat denemek istediğimden reçel aldım. Ama reçel dedikleri tamamen renkli bir jöleden ibaretti. Birkaç marka denedim, Mısır markası, Amerikan, İtalyan, Fransız... Ama hiçbiri reçel gibi reçel değildi. Tam “artık reçeli de Türkiye’den getirmek zorunda kalacağız” diye düşünürken, bir gün rafta gözüme şeftali, ceviz, çilek, portakal, vişne gibi, çeşitleri sadece Türkiye’de bulunabilen bir reçel markası ilişti. Hemen aldım ve denedim. Reçel, annemin reçellerinden farksızdı. Hangi ülkeden olduğuna baktım: Ermenistan malıydı. Gülümsedim. “Birbirlerine bu kadar yakın iki kültürüz biz” dedim kendime.

Etle kemik gibi birbirine geçmiş bu iki millet; asırlarca bu kadar benzer kültürleri, coğrafyayı paylaşmış, tarih boyu Anadolu’da beraber yaşamıştır. Buna rağmen, geçtiğimiz asrın başlarında bu milletin düşmanı olan yabancı güçlerin kışkırtmasıyla bu iki millet birbirine düşman edilmiştir. O günden bugüne de gerginlik yine aynı güçlerin etkisiyle sürekli devam etmekte ve gündemde tutulmaktadır. Bunun, her iki millete de faydası olmamaktadır. Ermenistan gittikçe fakirleşen, içinde bulunduğu coğrafya ve komşularına oranla güçsüzleşen bir ülke olmakta, Türkiye ise birçok uluslar arası arenada farklı sorulara ve baskılara maruz kalan ve yıllarca iç içe yaşadığı millete bir nev'î düşman gözüyle baktığı varsayılan bir ülke haline getirilmektedir.

Halbuki büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin -ki doğup büyüdüğü coğrafyada Ermenilerle yıllarca iç içe yaşamış ve tecrübe sahibi olmuştur- bu konuyla ilgili de güzel görüşleri vardır. Meselâ: “Size bunu katiyyen söylüyorum ki şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (kendimizi alçaltarak değil) dost olmak değil; belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musâlâha (barış) elini uzatmaktır” sözünde olduğu gibi, bu milletin saadetini gerçekten temin edecek olan şey, yine Said Nursî’nin ifade ettiği üzere “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne (cömertçe, iyilikle) muaşeret (iyi geçinme) ve düşmanlarına sulhkârâne (barışçı bir şekilde) muamele etmektir”.

Kanada’ya kadar beraber yolculuk yaptığım ve aynı kongrede katılımcı olduğumuz arkadaşım Armen’le de muhabbetimiz neticesinde, biz gençlerin bunu değiştirebilecek, ittifakı sağlayabilecek güç olduğumuzu konuşmuştuk. Zira Armen’e “Sence umut var mı?” diye sorduğumuzda “Şu an beraber oturup, en hassas meselelerimizi konuşuyoruz. Bu bile büyük bir başlangıç. Sizce umut yok mu?” deyişi de bizi bir kere daha ümitvar yapmıştır. Eminim ki, geleceği ellerinde tutan biz gençler, bu ve bunun gibi meselelerde akıl ve mantık çerçevesinde hareket ederek, çözüme ulaşan güç olacağız.

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

İtibarını arayan öğretmen



Kimdir öğretmen? Sahip olduğu kültür ve medeniyetin can alıcı noktalarında ruhunu yitirmiş bir milleti özüne döndürebilecek yegâne unsurlardan biridir öğretmen. Öğretmen bir ruhtur, sahip olduğu kıymetler sistemini yeni nesillere aktaran bir vasıta; eski ile yeni kuşaklar arasındaki medeniyetin ruhunu oluşturan değerler alış verişini sağlayan bir köprüdür. Bu köprünün sağlıklı işlediği toplumların sürekli ilerleme gösterdiğini tarih kaydeder. Acıdır ki aynı tarih, bu ruhun olgunlaşmasının önüne geçildiği, aynı zamanda bu köprünün kasten yıkıldığı bir zihniyetin de talebeleri olduğumuzu yazar.

Öğretmen, idealizmin diğer adıdır. İçinde bulunduğu toplumun geri kalmışlığının acısıyla kıvranan, başkalarının ıztırabını kendi ıztırabı bilen, “kimin himmeti milleti ise o tek başına millettir” anlayışına sahip olan asil şahsiyettir.

Öğretmen, ideolojilerin kaypaklığından sıyrılmış, bu kaypaklığın kararttığı zifiri karanlıkları yırtmış, statükonun heveslerini kursağında bırakmış, “izm”cilerin prangalarını kırmış cesur yürektir.

Öğretmen, kendisine emanet edilen tertemiz yürekler için yüreklenen, ‘bugün onlar için ne yapabilirim, onlara bugün ne vereceğiz?’ sorularıyla ayaklanan, ilmiyle amil, şahsiyetiyle kâmil bir “nümune-i imtisal”dir.

Öğretmen, aydındır. “Aydın” oluşu, çok okumasından, üniversite bitirmiş olmasından kaynaklanmaz. Onun aydınlığı, çatıştıran değil barıştıran olmasından, okuma, araştırma cehdinden, millî değerleriyle birlikte yenileşme kabiliyetinden ve sahip olduklarını paylaşma ülküsünden kaynaklanır.

Öğretmen, asla bir memur değildir. Hedeflerin adamıdır, aktivisttir, uyanıkken ve uyurken hedeflerinin rüyalarını görür, mesleğinin ulvî gereklerini ömrünün her dakikası yerine getirme arzusuyla tutuşur.

Öğretmen, imamdır. Öğrencilerini ve yaşadığı toplumu bilgilendirme, yönlendirme ve aydınlatmada öncüdür. İyiye, doğruya ve güzele ait ne varsa yıkıp yok edenlerin, modernleşme-çağdaşlaşma kimliğiyle din dışı değerleri dayatanların adamı ve bunların mağlûp kişisi değil; iyi, doğru, güzel ve âdilin timsali, çağdaşlığın gerçek kişisidir.

Öğretmen, düşünen ve düşünmeyi öğretendir. Bu düşünme, Descartes’in “Hür olmayan düşünce, düşünce değildir” sözüne atfen, hür, bağımsız ve sorgulayıcıdır. Bu öğretmenin rahle-i tedrisinden geçenler, sahip oldukları fikirlerin mahkûmiyetine asla izin vermeyeceklerdir.

Nihayetinde öğretmen, mütevazidir, mânâ adamıdır. Ne mağrur insanların dünyası ne maddenin şaşaası bu mütevaziliği yok edemez. Onun zenginliği yaşadığı kubbede bırakacağı hoş bir sada ile kaimdir ve o, ebediyen saygıyı hak etmektedir.

Yeni bir eğitim öğretim yılına başlarken “öğretmenim” için bunları düşündüm. Bir çok kişi “bu bizim öğretmenimiz mi?” diye soracaktır kendi kendine. Bu bizim öğretmenimiz değilse, vay halimize! Sahi, bizim öğretmenimiz kim?

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Ömrün çekirdeği



Gelişlerin ısmarlandığı ay Eylül’de geldi, ayları aydınlatan, zamanın sultanı Ramazan… Mevsimin ilk ayı, ayın ilk gününde misafir oldu gönül evimize, hanemize, hane halkımıza… Halka halka ışık saçarak şehirleri şehrâyine çevirdi, dünya rahmetle dönüyor…

Yaz yitti, sonsuzluk baharı yazılıyor sarı yaprakların avuçlarına, rüzgârın kanatlarına, ayın alnına… Geçicilik çöllerine sonsuzluk mevsiminden tatlı meltemler esiyor; ubudiyetiyle tatlandıran, açlığıyla melekleştiren, kulluğuyla taçlandıran Ramazan ayında…

Nefisler soluyor, şeytanlar desise salamıyor, duygular derinleşiyor, düşünceler ufuk ötesine gidiyor; faniyim fani olanı istemem, acizim aciz olanı istemem… Fena ve fani işlere yüz vermiyor; zan, vesvese, dedikodu, kin, adavet uzak dursun, uzağımın en uzağına gitsin dedirtiyor… Her mevsim her şehir, Ramazan şehrayiniyle dönsün…

Kalbinin çekirdeğinde bin ayın hayrını barındıran, ömr-ü sermediyi kazandıran gecelerin en nurlusu gelecek bu ayda… Af ve afiyet duâları gönül semalarını ışık ışık şenlendirecek, şehirler sükûnlaşacak, camiler canlanacak Kur’ân tilâveti, teravihlerle…

Kur’ân’ı yeni nazil oluyor gibi kalbine okumak, hayatın kalbine taşımak; Ramazanın bereketi bu olsa gerek… Her nefeste, her halde, hayatın her karesinde onunla hemhâl olmak; bu ayda kazanacağımız en büyük kazanç olsa gerek… Bunu diğer aylara, mevsimlere taşımak da en tatlı Ramazan hatırası olsa gerek… Bir gece bin ay, bir ay on bir ayın sultanı böyle olsa gerek…

Kulluk gereklerini yapmak, başkaca yaptıklarından en üstünü bir beşer için… İki aydır melekleşme provası yapılıyordu, artık kanat çırpma zamanı… Ağırlıkları bırakmadan, zevkleri terk etmeden, süflî ihtiyaçları ihtiyaç görerek nasıl kanat çırpılır arşa…

Her bir kelimesinde binler sevap, binler hikmet, binler hidayet, binler nur, binler şifa olan Kur’ân’ı okumak bu ayın en güzel eylemi… Böyle eylemle dolanın eli kötülüğe uzanmaz, dili hayırdan başka bir şey konuşmaz, gözü hikmetten başak bir şey görmez, kalbinde muhabbet ve ubudiyetten başka bir şey bulunmaz…

Mevsimin ilk ayı, ayın ilk günü, haftanın başında gelen en nurlu ay; elini elimizden diğer mevsimlerde, aylarda, haftalarda, günlerde de bırakma… Güzel alışkanlıklar, iyi işlerle beze ömrümüzü; kul olduğumuzu, buraya gitmek için geldiğimizi, buranın süslerine kanmamamızı, ışıklarına ve alkışlarına itibar etmemizi, ömr-ü ebedîye göre buranın birkaç saatlik mola olduğunu, sıkıntılarımızın geçeceğini, üzüntülerimizin eriyeceğini, af ve âfiyete ereceğimizi müjdele de git… Yeni ufuklar, yeni başlangıçlar, yeni hayırlar, hikmetler başlat da git…

Eylül’de geldin, bir dahaki yıla daha erken gel… Ne gitmesi, dur daha seni yaşamadık, bizi ubudiyetle yaşat, kullukla kalbimizi zenginleştir, duâda derinleştir, esmâ tefekküründe semalara çıkar ve şehirlere, evlerimize yine bırak bizi… Seni bekleyelim gönül pencerelerimiz açık, ansızın değil her an hissettirerek yine gel… Daha bizdeyken seni özledik ömrümüzün çekirdeği, sen bir sonsuzluksun.

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Atik-Valde’den İnen Sokakta



İftardan önce gittim Atik-Valde semtine

Kaç defa geçtiğim bu sokaklar bugün yine

Sessizdiler. Fakat Ramazan maneviyyeti

Bir tatlı intizara çevirmiş sükûneti;

Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,

Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer.

Bakkalda bekleşen fıkara kızcağızları

Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı

Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;

Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün

Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri

Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.

Yarab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!

Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz

Yurdun bu iftarından uzakta kalmanın gamı

Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.

Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime;

Az çok ferahladım dedim kendi kendime:

‘’Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.

Yahya Kemal BEYATLI

Ramazan deyince aklıma gelen ilk şiiridir Yahya Kemal’in Atik Valde şiiri. Bir dönemin henüz bozulmamış, temiz, saf ve samimî İstanbul’unun Ramazan sevincinin, telâşının resmidir bu çizilen. Yahya Kemal de gayet güzel bir şekilde resmeder bu oruç sevincini. Ne olursa olsun yitip giden pek çok değerlerimize karşın toplumumuzun hâlâ kalan o saf duygularına şair gibi “çok şükür böyle duygularımız kalmış” demek geliyor içimden.

Refik Halid Karay’ın Ramazanı

Her Ramazan istisnasız “ Ah! Ah! nerede o eski Ramazanlar” diyenlerin bu sözünün altında neler yatıyor kim bilir? Sakın bu sözün altında iç geçirerek andığınız çocukluk, gençlik hatıralarımız olmasın? Hani annemizin başımızı okşayarak “hadi yavrum sahura kalk” demesi, iftar masasında bütün aile efradı ile birlikte o ilâhî çağrıyı, ezanın nağmelerini beklemelerimiz ve suya hurmalara uzanan elleriniz.

Eski Ramazanlar demişken, Refik Halid Karay bakınız nasıl anlatıyor o günleri:

‘’Berat Kandili geçince evde Ramazan hazırlıklarına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler baştan başa yıkanırdı. Asıl ehemmiyet verilen yer mutfak ve kilerdi. Büyük konakların iftar sofralarında yer almak için tanıdık olmaya gerek yoktu. Kimse kim olduğunuzu isminizi, işinizi sormazdı. Eskiden sofralar sarı pirinç veya bakır siniler üzerine kurulurdu. İftar dâvetlerinin Ramazanın 15’inden sonra yapılması adetti. Oruç kısa bir duâ ve Besmeleden sonra mutlaka Kâbe’den gelen zemzem ile açılırdı. Sofrada herkesin önüne kristal kadehlere yarıya kadar bu sudan konur, iftar topuyla eller bunlara uzanırdı. Ardından hurma alınırdı. İftariye sonrası tiryakiler sigaralarını tellendirirdi. Akşam namazları cemaatle kılınır, büyük bir huşu içinde eda edilirdi. Meyvalar iftar sofrasının son perdesini teşkil ederdi. Gece boyunca sohbetler yapılır, ilâhiler söylenir, Kur’ân-ı Kerim okunurdu. Ardından seccadeler serilir teravih namazı kılınırdı. Teravihten sonra misafirler dağılırken gerekenlere ‘diş kirası’ adı altında dolgun bir bahşiş verilmesi adettendi.”

Semaî kahveleri

Semai kahvelerinin kültürümüzde özel bir yeri vardır. Darbuka, zilli maşa, klarnet ve çifte naradan oluşan bir mûsikî heyeti zaman zaman çalardı. Kahvenin çığırtkanı bir semaî ya da divan okuyarak bu çalgı âlemini açardı.

Üsküdarlı Vasıf Hoca, çok genç çocuklar olmamak kaydıyla isteyen her sınıf halkın gelebildiğini söyler. Kibar kimselerden sayılan devlet adamlarından da gelen çok olurdu.

Parlak dönemlerinde İstanbul’un mûsikî hareketlerinde özel bir yeri olduğu söylenen semaî kahvelerinin bülbülleri sayılan meydan şairleri ve aşıkların çoğu karanlıkta kalmışlardır. Bunların son ünlü temsilcilerinde Zil İzzet 1910 yılında ölene kadar mûsikî fasıllarını bizzat yönetirdi. Zil İzzet’in bir Ramazan boyunca okuduğu maniyi bir daha okumadığı her gece yeni manilerle fasıl açıp fasıl kapadığı ağızlarda dolaşırdı.

Tarihçi Reşat Ekrem Koçu; ekseriya çalgılı kahvehanelerde Ramazanın ortalarını bulmadan büyük bir kavga çıkar, kahvehane kapatılır, masraflarda yanardı ‘der. Nurullah Bilgin ‘Semaî Kahveleri’ adlı yazısında bu tip kahveleri son defa 1944 de Fatih Halkevinde gördüğünü yazar.

Ramazan Hatıraları

Sen nasıl yetişeceksin?

Sultan 2. Mahmud zamanında bir zat bazı ahbaplarını iftara dâvet etmiş. Meşhur şair İzzet Molla’da dâvetliler arasında imiş. Yatsı ezanı okunmuş, cemaatle teravih namazı başlamış. İmamlık eden zat neredeyse iki secdeyi bir edecek kadar hızlı kıldırıyormuş. Daha beş dakika olmadan namazın onuncu rekâtının tahiyyatına gelmişler. O arada dışardan bir adam gelip bunların namaz kıldıklarını görünce “Hazır abdestim varken bende cemaate yetişeyim” diye safa dahil olacağı zaman, cemaat selâm vermiş. İzzet Molla adama dönüp şöyle demiş. ‘’Be adam! Biz içinde, iken yetişemiyoruz, sen dışarıdan gelip nasıl yetişeceksin!

Bir mesaj

Gazetemizin 12 Ağustos 2008 tarihli nüshasındaki Müzik Yazıları’nda Manisalı “Tevhide Hanım ve Dîvanı”ndan bahsetmiştik. Bu değerli kitabın yazarlarından ve Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Başkanı sayın Mehmed Veysi Dörtbudak’dan nazik bir teşekkür mesajı geldi. Ben de kendilerine teşekkürlerimle birlikte bu önemli çalışmalarından dolayı bir kez daha tebrik ediyorum: Mesaj şöyle efendim:

“ Selâmların en güzeliyle...

Hazırladığımız Tevhide Hanım kitabı ile ilgili yazınızı duygulanarak okumak bahtiyarlığına eriştik. Çok teşekkür ederiz. Manisa’yı teşriflerinizde zat-ı alileriyle vicahen de tanışmak şereftir.

Arz-ı hürmetlerimle efendim...

Mehmed Veysi MEDAR (Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği) Başkanı ’

Tebrik

Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki bir mübarek Ramazan ayına daha kavuştuk. Bu vesileyle bütün okuyucularımızın mübarek Ramazan’ını tebrikle birlikte, belâların def’ine hayırların celbine vesile olmasını niyaz ederim.

09.09.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Şaban DÖĞEN

Gençlere yaklaşırken



BİR gencin günaha daldığını görseniz, “Bana ne? Her koyun kendi bacağından asılır” deyip geçip gider misiniz?

Belki o genç sizin bir yakınınızdır, bir komşunuzdur, hemşehrinizdir, en azından vatandaşınızdır. Bilerek veya bilmeyerek bataklığa düşmüş, maddî ve mânevî hayatını tehlikeye atmaktadır. Aynı durumda siz de bulunabilirdiniz.

Boğulmakta olan bir insanı görseniz; tanısanız veya tanımasanız nasıl onu kurtarmak için can atarsınız. Yüzme biliyorsanız hemen atlar, kurtarmaya çalışırsınız. Yüzme bilmiyorsanız bir ip uzatıp çıkarmak istemez misiniz?

Günahların da birer bataklık, birer girdap gibi olduğunu düşündüğümüzde hemen o kardeşimizin imdadına yetişmemiz gerektiğini anlarız. Hem bizim maksadımız muhtaçları kurtarmak, iyiliklerin kuvvet bulup kötülüklerin yok olması değil mi?

Maruf-u Kerhî’ye birgün Dicle’de bir kayık üzerinde âlem yapan gençleri gösterip bedduâ etmesi istendiğinde, o, onların ıslâhları için ellerini kaldırmış. Onların bir bedduâyla batıp gitmelerini bekleyen adam o büyük zâtın duâ ettiğini görünce şaşırmış, “Bu adamlar duâya değil, bedduâya lâyık” dediğinde, o Allah dostu, “Hayır,” demiş. “Maksat onların kurtulmasıysa bize duâ etmek düşer.”

Gerçekten de o gençlerin daha oradan ayrılmadan önce tövbe edip o büyük zâtın ellerine kapandıklarını, duâsını istediklerini görmüşler.

Konyalı büyük âlim Hacı Veyiszâde de hatalı hatasız herkese şefkatle yaklaşır, bataklığa düşmüş gençleri kurtarmak için çırpınıp dururmuş.

Birgün bir sarhoşun kafa çekmekte olduğunu görmüş. Yanına yaklaşmış, önündeki mezeden bir lokma alıp gence, "Evlâdım, helâline haram katma. Çoluğunu çocuğunu bekletip üzme. Kendini de harap etme!” demiş ve sırtını sıvazlayıp uzaklaşmış.

Silkinen, irkilen genç dikkatle baktığında nuranî sakallı, elinde baston bulunan adamın Hacı Veyiszâde olduğunu anlamış. Hemen arkasından koşup eline ayağına kapanıp duâsını almış.

Artık bu son olmuş genç için. Dermiş ki: “Bir daha içki içmek mi? Tövbe tövbe! Allah’a sonsuz şükürler olsun. O günden sonra damlasını ağzıma koymadım içkinin.”

Demek maharet kızmak, bağırmak, bedduâ etmek değil, günaha dalmış, mânen bataklıkta olan insanı o vaziyetten kurtarmaya çalışmak. Niyet bu olunca herkes kendine göre bir yol bulabilir. Elinden birşey gelmeyen ağırbaşlı nice ana babanın haylaz evlâtlarına kızdıklarında bedduâ yerine, “Allah ıslah eylesin” diye duâ etmeleri ne kadar güzel!

Evet, hiçbir şey yapamıyorsak duâ da mı edemiyoruz?

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bu ay Kur’ân’ın bayramıdır



Abdulhadi Bey: “Ramazan ile Kur’ân arasındaki bağlantıyı açıklar mısınız?”

Ramazan-ı Şerifin mânâsı ve mahiyeti ile Kur’ân-ı Kerim arasında çok yakın bir irtibat ve yakınlık bulunduğunu kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, Ramazan-ı Şerifin, Kur’ân-ı Hakîm’in en mühim indiriliş zamanı olduğunu, Ramazan orucunun hikmetlerinden birisinin bu sürece baktığını, Ramazan Risâlesinin Altıncı Nüktesinde açıklar.

Bediüzzaman’a göre Ramazan-ı Şerif ayı Kur’ân-ı Hakîm’in bayramı hükmündedir. Çünkü Kur’ân yeryüzüne, aramıza, gönlümüze Ramazan-ı Şerif ayında inmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, bir âyette, “O Ramazan ayı ki, o ayda Kur’ân indirilmiştir” 1, bir diğer âyette de, “Biz Kur’ân’ı Kadir Gecesinde indirdik” 2 buyurmaktadır. Kadir Gecesi, Ramazan-ı Şerif ayı içerisinde gizlidir.

Kur’ân’ın inişini kutlamak, Kur’ân’ın inişini tebrik etmek, Kur’ân’ın inişine güzel bir karşılama yapmak insan olarak bize, yani kadir ve kıymet bilir sıfatımıza yakışır; Kur’ân’ın da hakkıdır. Düşünelim ki, bir büyüğümüz evimize misafir olarak geliyor! Onun gelişini nasıl beklerdik, onun gelişini nasıl tebrik ederdik, onu nasıl saygıyla ayakta ve yolda karşılardık!

Bir de bu büyüğümüz evimize bir büyük müjde ile gelse, bir sonsuz şefkat ile gelse, bir sınırsız rahmet ile gelse, bir hudutsuz merhamet ile gelse, bir kayıtsız şartsız af ve bağışlama ile gelse, bir kucak dolusu muhabbet ile gelse, bir engin tevâzû ve hürmet ile gelse, bir yerler ve gökler kadar geniş Cennet ile gelse, bir Cehennemden ve ateşten kurtaran yüksek himmet ile gelse, bir yüksek makamdan selâm ile gelse, bir Yüce Yaratıcıdan kelâm ile gelse, bir Melîk-i Zîşân’dan emir ve ferman ile gelse, bir bin bir derde ve ıztıraba derman ile gelse... Artık düşünün sevincimizi, neşemizi, huzurumuzu, bahtiyarlığımızı, gururumuzu, mutluluğumuzu... Tariflere sığar mı? Gelişiyle gönlümüz nasıl huzur bulur, nasıl sevinirdik! Onun gelişini mümkünse nasıl bayram yapardık!

Nitekim devletlerde ve milletlerde geniş çaplı vardır bu örf. Milletler kurtuluş günlerini bayram yaparlar, devletler kuruluş günlerini bayram yaparlar, padişahlar tahta geçiş günlerini bayram yaparlar ve bu günlerde halka iltifat ve ikrâm yağdırırlar. O günü diğer günlerden farklı telâkki ederler.

İşte Kur’ân tacı, gönül tahtımıza indi Ramazan-ı Şerif ayında. Bir kutlu ve kudsî misâfir hüviyetiyle Kur’ân, Ramazan-ı Şerif ayında Kâinâtın Sahibinden gelmiş, bize selâm getirmiş, bize müjde getirmiş, bizi sınırsız Cennetle müjdelemiş, bize eşsiz rahmetle gelmiş, bizi ateşten kurtaran himmetle gelmiş, bize Yüce Yaratıcımızın hoşnutluğunun yolunu açmış, bizi O’nun cemâliyle, güzelliğiyle, şerefiyle, izzetiyle müjdelemiş... Böyle bir kutlu misâfirin indiği ay ve zaman dilimi hiç beklenmez mi, hiç kutlanmaz mı, hiç tebrik edilmez mi, hiç bayram yapılmaz mı?

Onun gelişi hatırına, onun hürmetine artık sıradan âdetler ve zevkler terk edilir, yeme ve içmeden uzak durulur, süflî ihtiyaçlar bir tarafa bırakılır, boş işlerden sıyrılınır, rûhen melek gibi bir istiğnâya girilir. Geceleri kıyamla, namazla, duâ ve zikirle ihyâ edilir. Gündüzleri oruç tutulur, nefis sıradan isteklerine karşı tutuklanır, terbiye edilir, ıslâh edilir.

Okuyabildiğimiz kadar, dilimiz döndüğü kadar, zorlanarak da olsa, artık bu ayda bol bol Kur’ân okuruz, Kur’ân’ın mesajlarına ve çağrısına kulak veririz. Kur’ân’ı, Rabb’imizden gelen tek rehber kitap kabul ederiz. Kur’ân’a yeni nazil oluyor gibi kendimizi muhatap sayarız, onu tazece alıyormuşuz gibi okuruz, okuruz, okuruz. O’nu güzel sesli hafızlardan bol bol dinleriz. Ondaki Allah’ın konuşmalarını geldiği andaki tazeliği içinde dinlemeye, anlamaya, öğrenmeye, algılamaya ve onu baş tâcı yapmaya başlarız.

Kur’ân’ı sanki bizzat Resûl-i Ekrem’den (asm) işitiyor gibi dinlemek, ya da daha ötesi, bizzat Hazret-i Cebrâil’den (asm) işitiyor gibi dinlemek, hattâ daha da öte, bizzat Mütekellim-i Ezelî olan Cenâb-ı Allah’tan işitiyor gibi dinlemek veya Kur’ân’ı bu ulviyette dinleyen Müslümanlara tercümanlık edip, okuyup onlara dinlettirmek rûhumuzu ne kadar kudsî hâl ve feyizlere mazhar eder. Kur’ân’ın iniş hikmetine uygun feyizlere İnşallah kapı açılmış olur.

Ramazan-ı Şerifte İslâm âlemi büyük bir mescid hükmüne geçiyor. Milyonlarla hâfızlar, bu ayda o büyük mescidin köşelerinde Kur’ân’ı dünya ehline okuyorlar, işittiriyorlar. Hâfızlar bu ayda güzel sesleriyle, ihlâslarıyla ve okuyuşlarıyla; topyekûn Müslümanlar da bu ayda kazandıkları güzel ahlâklarıyla, salih amelleriyle, yaşayışlarıyla ve toplum içinde geliştirdikleri güzel ilişkileriyle bu ayın “Kur’ân ayı” olduğunu gösteriyorlar, ispat ediyorlar, dünyaya îlân ediyorlar.3

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 185, 2- Kadir Sûresi: 1, 3- Mektûbât, s. 390

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman Külliyesinde son merhale



Nurs Köyünde inşa edilmekte olan "Bediüzzaman Külliyesi"nin hemen her safhasından sizleri haberdar etmeye çalıştık. Allah kabul etsin, sizler de elden geldiğince alâkadar olup maddî–mânevî destek verdiniz.

Bu meccânî ve sırf Lillâh için vermiş olduğunuz bu destek sayesinde, şükürler olsun ki, 400 metrekare genişliğinde, üç katlı ve yedi üniteli bu muazzam külliyenin inşasında son merhaleye gelinmiş bulunuyor.

Yandaki resimde, sizler için, yani Nur sevdâlıları ve Nurs ziyaretçileri için inşa edilen külliyenin son halini görmektesiniz. Kaba inşaatı, sıvası, elektrifikasyon tesisatı, vesaire hepsi tamamlanmış durumda.

Ayrıca, ihtiyaç duyulan mermer döşemenin de tamamı santimetre karesine varıncaya kadar, tamamı kesilmiş, silinmiş, hatta altı filelenmiş vaziyette getirtilmiş, hazırda bekliyor.

Şu an itibariyle ihtiyaç duyulan iki önemli malzeme var: Bunlardan birincisi, biri büyük ikisi küçük üç adet kubbenin kaplanması, diğeri ise, dış duvarın kesme taşlarla örülmesidir.

Kubbenin kaplanması, muhtemelen alüminyüm plakalarla yapılacak. Zira, ideal olan kurşun kaplamanın maliyeti hayli yüksek görünüyor. Yapılan hesaplamaya göre, alüminyumun toplam maliyeti 35 bin YTL civarında.

Kesme taşlar ise, Mardin'den getirtilecek. Bunun da maliyeti 45 bin YTL civarında olduğu tahmin ediliyor.

Buna göre, külliyenin kıştan önce faaliyete girmesi, kışın soğuktan ve şiddetli yağışlardan zarar görmemesi için, 80 bin lira civarında âcilen yardıma, desteğe ihtiyaç hasıl olmuş durumda.

Üstad Bediüzzaman'ın yakın akrabaları olan Nurs'lu ağabeyler, geçtiğimiz hafta sonu ziyaretimize geldiler ve son gelişmelerden bizleri haberdar ettiler. Biz de, gelişmelerden sizleri haberdar ederek üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Takdir sizlerindir.

Son olarak, yardımda bulunmak veya detaylı mâlumat almak isteyenler için, gerekli teknik bilgileri takdim edelim.

Yardımlar, "Kepirli Köyü Camileri Yaptırma ve Yaşatma Derneği" adına toplanıyor. Bu dernek adına Ziraat Bankası Hizan Şubesinde açılmış bulunan hesap numarası şöyledir:

Hesap no: 4450 6210

Dernek başkanı olan Hikmet Okur'a ait telefon bilgileri de şöyledir:

(0532) 593 07 97

(0505) 950 00 62

Tarihin yorumu / 9 Eylül 1922-23

CHP'nin İzmir payandası

Yeni Türkiye'nin en eski partisi olan CHP, Cumhuriyet'in ilânından yaklaşık 50 gün evvel kuruldu.

Başlangıçta Halk Partisi ismiyle ortaya çıkan CHP'nin resmî kuruluş günü, İzmir'in kurtuluş günü olan 9 Eylül'e özellikle denk getirtildi.

Halk Partisi, İzmir'in 1. kurtuluş yıldönümü olan 9 Eylül 1923'te kuruldu.

Bu parti, 10 Kasım 1924'te Cumhuriyet Halk Fırkası, 1935 yılı kurultayında ise Cumhuriyet Halk Partisi ismini aldı. (Bediüzzaman, lâhika mektuplarında bu partiden orijinal haline tam mutabık olarak "Halkçılar ve Halk Partisi" şeklinde söz eder; sonradan eklenen "Cumhuriyet" tabirini hiçbir yerde kullanmaz.)

İzmir'in kurtuluş gününü kuruluş günü haline getiren CHP, gariptir ki, ilk ve en büyük rakibi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının mensuplarını özellikle İzmir'de sindirmiş, onları "İzmir Sûikastı" bahanesiyle 1926'da İstiklâl Mahkemesinde idam talebiyle yargılatmıştır.

Aynı şekilde, CHP, 1930'da da bu kez Serbest Fırka'ya dahil olan muhaliflerini ezmeye çalışarak Menemen'deki cinayetleri onlara siyaseten fatura etmiştir.

Bu parti, 85 yıldır adeta "İzmir benimdir, burada başkası kök tutamaz" diyerek rakiplerine meydan okuyor.

Öyle anlaşılıyor ki, şimdi yüksek orandaki arsenik ile suyu zehirlenen İzmir, artık CHP'den yakasını kurtarmak istiyor. İzmir'in bu partiden kurtulması demek, bütün bir milletin aynı şekilde kurtulması demektir. Zira, CHP'nin en büyük payandası hep İzmir olagelmiş.

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman da aklını Risâle-i Nur’a karıştırmamış!



Neden Risâle-i Nur’un meslek ve meşresine sadakatla bağlanmalı ve kendi aklımızı ona karıştırmamalıyız? Çünkü, Bediüzzaman da kendi aklını karıştırmamış! Bunun anlamı ne! Risâle-i Nur’un, kendi aklının ve zekâsının eseri olmadığını; fikrini karıştırmadığını ısrarla vurgular. Takip edelim:

“Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlarla fedakârları bulunan meşrepler, meslekler, tarikatler, bu dehşetli dalâlet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müthiş müdeaddit cihetlerle aleyhinde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risâle-i Nur’a sahip değildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin bu zamanda bir nev'î mû’cize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’âniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risâle-i Nurda öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risâleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hafızası da beraber olmak şartıyla, o on dakika işi on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risâleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum ve o bir günde altı saatlik risâle olan Otuzuncu Sözü ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamazlar. Ve hakeza...”1

İman, ibadet, muamelât dahil, herşeyin kendisine hatırlatıldığını söyler. Dikkatimizi çeken diğer nokta da; yalnızca iman, ibadet, ahlâk meselelerini değil; içtimâî, siyasî ölçü, prensip ve hizmet stratejilerini de “mânevî ihtarlar” neticesinde ortaya koyduğudur:

“Kalbe ihtar edilen ictimaî hayatımıza ait bir hakikat. Bu vatanda şimdilik dört parti var… Bu ictimâî, siyasî mesele mücmel olarak ihtar edildi.”2

“Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’âd edip (garip ve uzak bulup) böyle itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi aciz-i mutlak ve fakir-i mutlakta böyle ihtiyac-ı şedid zamanında böyle bir eser zuhuru, vüsat-i rahmet-i İlâhiyeye delildir demeye mecbur olur. Evet bu hakikatle beraber insan kusurdan, nisyandan hali değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risâlelerde bazı hatalar olmuş…”3

“Demek biz, müflis olduğumuz halde, zengin bir mücevherât dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz.”4

“Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden” demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.”5

Dipnotlar: 1-Şualar, s. 588.; 2-Emirdağ Lahikası, s. 386-387, 394.; 3-Şualar, s. 587; 4-Tarihçe-i Hayat, s. 368.; 5-Emirdağ Lahikası, s. 361.

09.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tarihin bağırsaklarını temizlemek



20’İNCİ yüzyılın ilk çeyreğinde birçok millet tarihin veya daha doğru bir ifade ile yıkılan imparatorlukların enkazı altında kaldı. Büyük bir Babilleşme süreci yaşandı. 90 küsur yıldır Ermenilerle aramızda yaşanan da bir Babilleşme yani yabancılaşma süreci idi. Abdullah Gül’ün tarihî ve sembolik ziyaretiyle birlikte yeni bör dönemin eşiğine geldik. Bu eşik Babilleşme sürecinin aşıldığı ve ilişkilerin normalleşme evresine girdiği bir döneme işaret ediyor.

Tarihî süreçlerle alâkalı neredeyse bir itiraf sağanağı altında yaşıyoruz. Karşılıklı kavga ortamıyla birlikte kalplerimiz kaskatı kesilmişti ve herkes suçunu itiraf etmemek üzere kilitlenmişti. Bu da buzlanmaya yol açıyordu. Son yıllarda Papalık özellikle bilim tarihinin kara sayfalarını teşkil eden eski tavırlarını tashih etmeye çalıştı. Kendisi iyi bir mü’min ve bir matematikçi olan Galile’yi ‘Dünya dönüyor’ dediğinden dolayı sukute mahkûm etmişti. Yine bazı Hıristiyan kiliseler Haçlı Savaşlarından dolayı Müslümanlardan özür dilediler. Ve 1492 ile alâkalı olarak da İspanya resmen Yahudilerden özür dilemişti. İstanbul’a geldiğinde Huan Carlos’a aynı şekilde tehcir ve katliâmlardan dolayı Müslümanlardan da özür dileyip dilemeyeceklerini sordurmuştuk. Yahudilerden özür dileyen Carlos mesele Müslümanlara gelince sanki duvar kesilmişti. Chavez ile münasebetinde olduğu gibi sıra Müslümanlarla münasebetlere gelince gayet nobran bir tavır takınıyordu. Dediği şuydu: Müslümanlarla iki rakiptik ve biz yendik, onlar da yenildi. Sonuçlarına katlanmak onlara düşer. Halbuki durum böyle değildi. Müslümanlar son devletlerini de kaybettikten sonra Endülüs topraklarında anlaşmalı olarak yaşıyorlardı. Müstevliler anlaşmaları ihlâl etmişlerdi. Sonraki dönemlerde Müslümanlara kaçma ve denize yaklaşma hakkı bile verilmedi. Reqonquista düzeni Müslümanları iki seçenekle karşı karşıya bırakmıştı: Ya ölüm ya da Hıristiyanlığı seçmek. Halbuki Carlos’dan beklenen maddî bir tazminat değil, sadece gönül almak. Zira mesele tarihe mal olmuş ve dolayısıyla özrün ucunda maddî ve cezaî bir müeyyide yok. Beklentilerin tamamı bir jestten ibaretti. Zira aradan yüzyıllar geçmiş ve mesele bütün boyutlarıyla tarihin haziresine intikal etmişti.

***

Carlos’un yapmadığını şimdilerde Kaddafi’nin Avrupa’daki silüeti ve simetrisi Berlusconi yapıyor. Berlusconi Albay Muammer Kaddafi’den özür dilediği gibi İtalyanlar tarafından Libya’ya verilen hasardan dolayı tazminat ödemeyi de kabul etti. Bu mesele emsal olur mu? Her gün El Cezire kanalı bangır bangır bağırıyor ve “Araplar nerede?” diye soruyor. ‘Diğer sömürgeci ülkelerden de tazminat alma kuyruğuna niye girmiyoruz?’ diye söyleniyor. Bence fazla uzağa gitmeye gerek yok. Bazı sömürge ülkeleri çaptan düştü. Eğer verdikleri zararı karşılayacak olsalar altlarında donları bile kalmaz. Belçika ve Portekiz misali. Bununla birlikte caydırıcı olması hasebiyle yaşayan cani ve katliâmcılardan hesap sormak insanlığın ortak vazifesidir. İnsanlığın selâmeti, tarihî hesaplaşma veya tarihin aktörlerinin yerine geçme ile değil, bilâkis aktüel felâketleri önlemekle olur.

Berlusconi’den sonra Rumlar da insafa geldiler. Alithia gazetesinin 21 Kasım 2004 tarihli sayısında, soğukkanlılıkla katledilen Kıbrıslı Türk köylülerini “gönüllü” olarak tutuklayan Tohni’li Andreas Dimitriou’nun itiraflarını yayınlamıştı. Şimdi Rum lider Hristofyas bu itirafı en üst perdeden yapıyor ve şunleri söylüyor: “1963 ile 1974 arasında olanlardan dolayı, Kıbrıs Cumhurbaşkanı (Rum) olarak, Kıbrıslı Türklerden özür diliyorum.” İsrail ve Yunanistan’da bir ara gündeme gelen tarih kitaplarının değişimi meselesine de temas eden Hristofyas bu ülkelerin yapamadığını kendilerinin yapacağını taahhüt etmektedir. Bilindiği gibi Yunanistan’da yeni hazırlanan tarih kitaplarında ‘Türklerin Rumları denize döktükleri gibi hususlar zırvadan ibaret’ gibi tezler okul kitaplarına giremeden gelen tepkiler üzerine rafa kaldırılmıştı. Bulunduğumuz tarihî süreçte sanki yeni bir değişim dalgasındayız. Artık tarihî kasılmaları aşmamızın vakti geldi.

***

Osmanlı İmparatorluğunun ihtidar yani yıkılma devresinde enkazı altında kalan milletlerden birisi Filistinliler. Yaşadıkları 14 Mayıs 1948 Nakbası bunun doğrudan sonuçlarından birisiydi. Ermeniler de Nakba’ya benzer bir şekilde tehcir yaşadılar. Ermeniler tehcir meselesine bir de soykırım boyutu katıyorlar. Buna mukabil, Türk tezi soykırımın olmadığı sadece karşılıklı mukatelenin olduğu yönünde. Son sıralarda kimi Ermeniler de tehcirin karşılığı olarak mülksüzleştirme kavramını kullanıyorlar. Bu orta bir noktada buluşmaya götürebilecek bir teklif. Bu süreçte aşırılıklardan kaçınmak gerekiyor. Burada iki aşırı uç var. Bunlardan birisi Doğu Perinçek’in temsil ettiği uzlaşmaz çizgi. Diğeri de Ahmet Altan’ın temsil ettiği milletin hukukunu payimal eden militanca itirafperverlik. Mesele tarihçilerin bile içinden çıkamadıkları teknik bir mesele olmasına rağmen Ahmet Altan peşinen en azından tartışmalı olan bazı Ermenilere ait tezi peşinen doğru kabul etmektedir. Bu en azından milletin hukukuna muhtemel bir tecavüzdür. Ama bizim sorumlu olmadığımız atalarımızın sorumluluğunda olan bazı yanlışlar varsa bunları itiraf da bir fazilettir. Konuyu Erivan’lı yaşlı bir Ermeninin Nagihan Haliloğlu’na söyledikleriyle bitirelim: Bir insan hatalarını kabul ettiğinde yeniden iyi bir insan olur.

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Dert’ kitapları



2008-2009 eğitim-öğretim yılı, alışıldık bir skandalla başladı. Hemen her yıl yenilenen ders kitaplarında bu yıl da ihtilâller övülmüş. Değişiklikler ‘iyi/doğru’ yönde olması gerekirken, nedense bizde ‘kötü/yanlış’ yönde ilerliyor.

Şunu en başta ifade edelim ki, demokrasinin zıddı olan ihtilâlleri; hangi gerekçelerle olursa olsun ‘öven’ bir ders kitabının çocuklarımıza okutulmasına itiraz ediyoruz ve edeceğiz! Köprülerin altından bunca su aktığı halde, Türkiye hedef olarak daha demokrat olmayı önüne koyduğu halde, nasıl olur da okullarda okutulacak ders kitaplarında ihtilâller, darbeler övülür?

“Kasıt yok, ihmal var” diye düşünenler olabilir. Ama konu ile ilgili haberler gazetelerde yer aldığı halde ‘yetkili ve sorumlu’lardan hâlâ ses çıkmaması hayra alâmet değil. İlgili ders kitabını henüz göremedik, ama haberlere bakılırsa; 27 Mayıs 1960 kanlı darbesinin devirdiği DP hükümeti “muhalefeti etkisiz hale getirmeye çalışmak”la suçlanırken, “artan ekonomik ve siyasî sıkıntılar”ın da askerî müdahaleye yol açtığı ifade ediliyormuş. Her halde çocukların ‘ruh hali’ bozulmasın diye de merhum Başbakan Adnan Menderes’le iki arkadaşının idamından söz edilmiyormuş!

İlköğretim 8’inci sınıf ‘İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük’ kitabında, 12 Eylül, Körfez Savaşı, 28 Şubat süreci gibi yakın tarih konuları da yer almış. Kitapta, 28 Şubat süreciyle ilgili olarak, “Laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin artması üzerine Millî Güvenlik Kurulu, 28 Şubat 1997 tarihinde hükümeti uyardı” ifadelerine yer verilmiş.

Ders kitaplarında ‘yeni/güncel’ bilgiler bulunsun diye yapılan bu değişiklikler tarihî gerçeklere uyuyor mu? Bu ifadeler, ‘tek parti’ anlayışını yansıtan ‘o kafa’ya yakışan ifadelerdir. Yapılan darbe ve ihtilâlleri haklı göstermeye yarayan bu değişiklik kitapları ‘güncel’ yapmış olmaz. Aynı kitapta ya da aynı sınıfta okutulan başka ders kitaplarında ‘demokrasi’nin anlatılması, Türkiye’nin demokrasiyle yönetildiğinin söylenmesi ve bunun ‘doğru bir tercih’ olduğunun ifade edilmesi çelişkiyi daha da arttırmaz mı? Bu iki farklı ‘bilgi’yi okuyan öğrenci çelişkiye düşmez mi? Öyle ya hem demokrasi, hem de ihtilâller aynı anda ‘iyi ve doğru’ olabilir mi?

Hiç kimsenin ihtilâl ve darbeleri ‘haklı’ göstermeye hakkı yok. Hele hele bunu ders kitaplarıyla yapmaya çalışmak Türkiye ve dünya gerçeklerine aykırıdır. Eğer darbe ve ihtilâllerin demokrasiye aykırı ve ülke kalkınmasına darbe vurduğundan bahsedilemeyecekse o halde ders kitaplarında hiç yer almasın! Bırakın çocuklarımız, gerçekleri başka yollarla öğrensin!

Aslında ders kitaplarındaki yanlışlık sadece ihtilâl ve darbelere bakışla sınırlı değil. Bütün ders kitaplarının ‘hür ve demokrat’ bir komisyon tarafından incelenmesi ve yanlışların ortaya konulması gerekir. Bunun da en güzel şekilde gerçekte ‘sivil toplum kuruluşları’ yapabilir.

Bunu yapmak için illâ da ihtilâl ve darbelerin övülmesini de beklememek gerekirdi. Madem ‘bu da oldu’ o halde vakit geçirmeden bağımsız bir komisyon kurulsun ve çocuklarımıza hangi ‘yanlış’ların ‘doğru’ diye öğretildiği ortaya konulsun.

‘Ders’ kitapları ‘dert’ kitapları olmaktan çıksın!

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Çarpık siyaset…



Seçim meydanlarında, hükûmet programında söz verdiği milletin taleplerini yerine getiremeyen siyasî iktidar, görünen o ki “gerilim siyaseti”yle siyasî rantın peşinde koşmaya devam ediyor. “Ağır uyarı”lı partinin “kapatılmaması kararı”nın ardından, “Demokles’in kılıcı” gibi Başsavcı ve Anayasa Mahkemesi’nin tepeden sallandırdığı “kapatma tehdidi”ne mâruz kalmamak adına iktidar partisi kendi kendine sansür koyuyor, elini kolunu bağlıyor.

Tehdidin adı, partinin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olması”. AKP, bu korkuyla peşinen her türlü tâvize teşne görünüyor; hakkı ketmeden, hakarete varan dayatmalara katlanıyor. Bu korkuyla milletin hak ve hürriyetlerin engellenmesini sindiriyor; altı yıldır hep bir başka bahara bırakıp erteliyor.

Ne var ki bu “uyumlu” ve “teslimiyetçi” politika, milletin özellikle inanç ve mânevî değerlere dair taleplerinde sözkonusu oluyor. Ama ne zaman ki saldırılar doğrudan iktidar partisini suçlamaya ve bilhassa “yolsuzluklar”a, ihâleye fesad karıştırma benzerî rant ve çıkarlara ilişildiğinde, bu kez “gerilim siyaseti”ne giriliyor.

Asimetrik tahrikle karşılıklı siyasî beslenmeye dayalı oy devşiren fütursuz politikalara baş vuruluyor…

Gerçek şu ki siyasî iktidar, başta “dinî bir vecîbe” olan başörtüsüne getirilen yasadışı indî yasağa karşı yaptığı ciddî “yanlışlar”la yasağı daha da azdırdı. İmam hatip lisesi mezunlarının mâruz kaldıkları katsayı haksızlığını gideremedi. 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma “yaş yasağı”yla her yıl yüzbinlerce çocuğun dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerimi öğrenmekten mahrum edilmelerine göz yumdu…

Kısacası, “gerginlik olmasın” gerekçesiyle inanç ve ibadet özgürlüğüne, din eğitimi ve öğretimine hep bigâne kaldı. “Yumuşak huylu” ve “uysal” olmayı tercih etti. Ne var ki partiye ve iktidar koltuğuna dokunulduğunda “aslan” kesildi.

Bu politika, en başta başörtülü milletvekili adayı almamakla; “başörtüsü bizim meselemiz değildir” kırılganlığıyla başladı. Partinin belediye başkanlarının seçilmiş başörtülü meclis üyelerini “yasal yasak var” diye toplantılara almamalarıyla, bazı başkan eşlerinin resmî törenlere katılmak için yasadışı yasağa uymak adına başlarını açmasıyla sürdü.

Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri, bütün bunlara sessiz kaldılar. “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olmama hesabına, alttan alta teşvik bile ettiler; eğlence partilerine katılarak tasvip ettiler; hatta “takdirlerini” bildirdiler.

Yine bu uğurda, partinin Merkez Yürütme Kurulu üyesi bir milletvekilinin hazırladığı “Gençleri Koruma Yasası”, “partinin tüzük ve programına aykırı” denilerek “azar” ve “fırça”yla derhal geri çekildi…

Özetle muhafazakâr seçmenin isteklerinden uzak kalan, din eğitimi ve öğretimi hakkını savunmaktan sakınan Başbakan ve iktidar partisi yönetimi, Müslümanların dünyevileştiren çarpıtmalara suskun kaldı.

Fakat buna mukabil, yoğun rüşvet ve rant iddialarına muhatap kalan milletvekilinin, partinin yetkili kurullarından istifasını yeterli görüldü. “Yetim hakkını yiyenleri aramızda barındırmayız” vaadine rağmen, bunca iddia ve ithamlara mâruz kalan partilileri âdeta korunup kollandı…

Neticede bu zâfiyet, siyasî iktidarı vâhim bir çıkmaza sürükledi. Başbakan, “şarap uzmanı” medya kalemşörlerinin, “Başbakan eşini alıp boğazda içkili bir restoranda balık yiyip yandaki masalara—içinde portakal suyu da olsa—kadeh kaldırması”nı salık vermesini “anlayış”la karşıladı. Dahası üzerinden iki gün geçmeden âilesini alıp boğazda bir içkili lokantaya gittiği haberleri çıktı.

Gelinen noktada Başbakan’ın, hep iktidarın yanında yer almış bir medya grubundan gelen “Deniz Feneri”yle ilgili iddialara “feveran” etmesinin, sanki bu medya grubu hep siyasî iktidarı desteklemiyormuş gibi patronuna yüklenip “yakınması”nın arka plânında bu çarpıklık yatmakta.

Mânevî değerlerin tahribinin öğütlenmesine bir şey demeyen, dine ve dindarlara yönelik salvolara ses çıkarmayan, hak ve hürriyetlere yapılan saldırılara suskun kalan Başbakan’ın, aynı medyadan partiyi ve siyaseti hedef alan yayınlara veryansın etmesi, doğrusu kaderin bir cilvesi…

Ve çarpık siyasetin çıkmazının deşifresi…

09.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Eksen ülkeyiz, ama...



Türkiye’nin bölgesel ağırlığa sahip eksen ve mihver ülkelerden biri olacağı, bundan en az on sene önce kaleme alınan strateji raporlarında ifade edilen bir gerçekti.

Haddizatında Osmanlının asırlarca hükmettiği geniş bir coğrafyada, Türkiye’nin altı asırlık cihan devletinden devraldığı tarihî miras ise, denizaşırı mahfillerce bize biçilen sınırlı rolün çok ötesine uzanan bir boyut ve derinlik taşıyordu.

Hükümetin dış politikasının oluşturulmasında etkin rol oynayan Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramıyla ifade etmeye çalıştığı husus herhalde bunu da içeriyor.

Ve Türkiye’nin özellikle Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmeleri yönlendirmeye, krizleri çözmeye talip aktif bir tavır sergilemeye başlaması, uluslar arası platformda da dikkatleri çekiyor.

Cumhurbaşkanının millî maç vesilesiyle Ermenistan’a yaptığı ziyaret, ondan birkaç gün evvel Başbakanın Şam’da Suriye lideri, Fransa Cumhurbaşkanı ve Katar Emiri ile buluşması, daha öncesinde Gürcistan krizi patlak verdiğinde yapılan ziyaret ve temaslar, bunun örnekleri.

İran Cumhurbaşkanının Türkiye ziyareti de.

Türkiye, uyguladığı politikalarla, bölgedeki bütün ülkelerle konuşup diyalog kurabilen ve dolayısıyla, çekişme halindeki taraflar arasında arabuluculuk yapabilecek bir ülke olmak istiyor ve kendi pozisyonunu o şekilde takdim ediyor.

Ve gerek stratejik pozisyonu, gerekse bilhassa AB adayı olmasından sonra birçok noktada aldığı mesafe, Türkiye’nin elini kuvvetlendiriyor.

Ancak özellikle İsrail, ABD ve Rusya’nın karşı karşıya geldiği krizlerde Türkiye’nin işi zorlaşıyor. Nitekim Gürcistan gerginliğinde bunun bir örneği yaşanıyor. Çekişmenin asıl tarafları olan Rusya ve ABD, bizim önerdiğimiz “Kafkas paktı” formülüne itibar etmezken, Türkiye olarak, hızla tırmanan gerginliğin ortasında kalıyoruz.

“İnsanî yardım” malzemesi taşıdıkları belirtilen füze yüklü ABD ve NATO savaş gemileri birbiri ardı sıra Boğazlar’ı geçip Karadeniz’e açılırken, Rus gemileri onlara karşı mevzileniyor.

Ankara’nın gemi geçişlerinde başlangıçta sergilediği çekingenlik ABD’nin neocon çetelerini homurdatırken, gemilerin önünün açılması bu defa Rusları kızdırıyor. Rusya’ya mal götüren Türk TIR’larının gümrüklerde bekletilme işkencesi daha da şiddetleniyor. “Sıra petrol ve doğal gaza da gelir mi?” endişeleri giderek büyüyor.

Rusya’nın Güney Osetya hamlesiyle Gürcistan’daki kazanımları ciddî şekilde tehlikeye giren İsrail ve müttefiki ABD’nin, Ortadoğu’daki girişimlerimize yönelik tavrı da ayrı bir bahis.

Son Şam zirvesine AB dönem başkanı sıfatıyla katılan ve Türkiye’ye karşı tutumuyla bilinen Sarkozy, “Türkler müthiş bir iş başardılar, Türkiye’ye minnettarız” diyerek herkesi şaşırtıyor.

“Bu alışılmadık övgülerin altında ne var?” diye bakıldığında, Suriye’yi İsrail’le müzakere masasına oturtma hususunda Türkiye’nin oynadığı rolün övüldüğü anlaşılıyor. Ama Şam’ın, Ankara’nın telkinleriyle İsrail’e ilettiği önerilere Tel Aviv’den hâlâ cevap yok. Dahası, Cheney Gürcistan’dan sonra uğradığı İsrail’de Rusya, İran ve Suriye’yi teröre destek vermekle suçluyor.

Ve Türk hükümetine övgüler yağdıran Sarkozy, aynı esnada, Türkiye’nin daha yeni ağırladığı Ahmedinejad’ın ülkesine “Eğer nükleer kriz çözülmezse bir sabah uyandığımızda İsrail’in İran’a saldırmış olduğunu göreceğiz” gibisinden tehdit mesajları göndermekten geri kalmıyor.

Anlaşılan o ki, hakkındaki rüşvet iddiaları sebebiyle yakında istifa edecek olan Olmert’in durumu yüzünden hükümet krizinin yaşandığı İsrail’de bu durumu kamufle edip oyalama taktikleriyle dikkatleri başka yerlere çekerek zaman kazanma ve kazandırma stratejisi uygulanıyor.

Sıkı İsrail dostu Sarkozy bunun için mi devrede?

İlginç olan bir diğer nokta, bütün çalkantılara rağmen ABD, İsrail, Türkiye arasındaki ortak askerî tatbikatların aksamadan devam etmesi...

09.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır