Türkiye’nin bölgesel ağırlığa sahip eksen ve mihver ülkelerden biri olacağı, bundan en az on sene önce kaleme alınan strateji raporlarında ifade edilen bir gerçekti.
Haddizatında Osmanlının asırlarca hükmettiği geniş bir coğrafyada, Türkiye’nin altı asırlık cihan devletinden devraldığı tarihî miras ise, denizaşırı mahfillerce bize biçilen sınırlı rolün çok ötesine uzanan bir boyut ve derinlik taşıyordu.
Hükümetin dış politikasının oluşturulmasında etkin rol oynayan Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramıyla ifade etmeye çalıştığı husus herhalde bunu da içeriyor.
Ve Türkiye’nin özellikle Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmeleri yönlendirmeye, krizleri çözmeye talip aktif bir tavır sergilemeye başlaması, uluslar arası platformda da dikkatleri çekiyor.
Cumhurbaşkanının millî maç vesilesiyle Ermenistan’a yaptığı ziyaret, ondan birkaç gün evvel Başbakanın Şam’da Suriye lideri, Fransa Cumhurbaşkanı ve Katar Emiri ile buluşması, daha öncesinde Gürcistan krizi patlak verdiğinde yapılan ziyaret ve temaslar, bunun örnekleri.
İran Cumhurbaşkanının Türkiye ziyareti de.
Türkiye, uyguladığı politikalarla, bölgedeki bütün ülkelerle konuşup diyalog kurabilen ve dolayısıyla, çekişme halindeki taraflar arasında arabuluculuk yapabilecek bir ülke olmak istiyor ve kendi pozisyonunu o şekilde takdim ediyor.
Ve gerek stratejik pozisyonu, gerekse bilhassa AB adayı olmasından sonra birçok noktada aldığı mesafe, Türkiye’nin elini kuvvetlendiriyor.
Ancak özellikle İsrail, ABD ve Rusya’nın karşı karşıya geldiği krizlerde Türkiye’nin işi zorlaşıyor. Nitekim Gürcistan gerginliğinde bunun bir örneği yaşanıyor. Çekişmenin asıl tarafları olan Rusya ve ABD, bizim önerdiğimiz “Kafkas paktı” formülüne itibar etmezken, Türkiye olarak, hızla tırmanan gerginliğin ortasında kalıyoruz.
“İnsanî yardım” malzemesi taşıdıkları belirtilen füze yüklü ABD ve NATO savaş gemileri birbiri ardı sıra Boğazlar’ı geçip Karadeniz’e açılırken, Rus gemileri onlara karşı mevzileniyor.
Ankara’nın gemi geçişlerinde başlangıçta sergilediği çekingenlik ABD’nin neocon çetelerini homurdatırken, gemilerin önünün açılması bu defa Rusları kızdırıyor. Rusya’ya mal götüren Türk TIR’larının gümrüklerde bekletilme işkencesi daha da şiddetleniyor. “Sıra petrol ve doğal gaza da gelir mi?” endişeleri giderek büyüyor.
Rusya’nın Güney Osetya hamlesiyle Gürcistan’daki kazanımları ciddî şekilde tehlikeye giren İsrail ve müttefiki ABD’nin, Ortadoğu’daki girişimlerimize yönelik tavrı da ayrı bir bahis.
Son Şam zirvesine AB dönem başkanı sıfatıyla katılan ve Türkiye’ye karşı tutumuyla bilinen Sarkozy, “Türkler müthiş bir iş başardılar, Türkiye’ye minnettarız” diyerek herkesi şaşırtıyor.
“Bu alışılmadık övgülerin altında ne var?” diye bakıldığında, Suriye’yi İsrail’le müzakere masasına oturtma hususunda Türkiye’nin oynadığı rolün övüldüğü anlaşılıyor. Ama Şam’ın, Ankara’nın telkinleriyle İsrail’e ilettiği önerilere Tel Aviv’den hâlâ cevap yok. Dahası, Cheney Gürcistan’dan sonra uğradığı İsrail’de Rusya, İran ve Suriye’yi teröre destek vermekle suçluyor.
Ve Türk hükümetine övgüler yağdıran Sarkozy, aynı esnada, Türkiye’nin daha yeni ağırladığı Ahmedinejad’ın ülkesine “Eğer nükleer kriz çözülmezse bir sabah uyandığımızda İsrail’in İran’a saldırmış olduğunu göreceğiz” gibisinden tehdit mesajları göndermekten geri kalmıyor.
Anlaşılan o ki, hakkındaki rüşvet iddiaları sebebiyle yakında istifa edecek olan Olmert’in durumu yüzünden hükümet krizinin yaşandığı İsrail’de bu durumu kamufle edip oyalama taktikleriyle dikkatleri başka yerlere çekerek zaman kazanma ve kazandırma stratejisi uygulanıyor.
Sıkı İsrail dostu Sarkozy bunun için mi devrede?
İlginç olan bir diğer nokta, bütün çalkantılara rağmen ABD, İsrail, Türkiye arasındaki ortak askerî tatbikatların aksamadan devam etmesi...
09.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|