20’İNCİ yüzyılın ilk çeyreğinde birçok millet tarihin veya daha doğru bir ifade ile yıkılan imparatorlukların enkazı altında kaldı. Büyük bir Babilleşme süreci yaşandı. 90 küsur yıldır Ermenilerle aramızda yaşanan da bir Babilleşme yani yabancılaşma süreci idi. Abdullah Gül’ün tarihî ve sembolik ziyaretiyle birlikte yeni bör dönemin eşiğine geldik. Bu eşik Babilleşme sürecinin aşıldığı ve ilişkilerin normalleşme evresine girdiği bir döneme işaret ediyor.
Tarihî süreçlerle alâkalı neredeyse bir itiraf sağanağı altında yaşıyoruz. Karşılıklı kavga ortamıyla birlikte kalplerimiz kaskatı kesilmişti ve herkes suçunu itiraf etmemek üzere kilitlenmişti. Bu da buzlanmaya yol açıyordu. Son yıllarda Papalık özellikle bilim tarihinin kara sayfalarını teşkil eden eski tavırlarını tashih etmeye çalıştı. Kendisi iyi bir mü’min ve bir matematikçi olan Galile’yi ‘Dünya dönüyor’ dediğinden dolayı sukute mahkûm etmişti. Yine bazı Hıristiyan kiliseler Haçlı Savaşlarından dolayı Müslümanlardan özür dilediler. Ve 1492 ile alâkalı olarak da İspanya resmen Yahudilerden özür dilemişti. İstanbul’a geldiğinde Huan Carlos’a aynı şekilde tehcir ve katliâmlardan dolayı Müslümanlardan da özür dileyip dilemeyeceklerini sordurmuştuk. Yahudilerden özür dileyen Carlos mesele Müslümanlara gelince sanki duvar kesilmişti. Chavez ile münasebetinde olduğu gibi sıra Müslümanlarla münasebetlere gelince gayet nobran bir tavır takınıyordu. Dediği şuydu: Müslümanlarla iki rakiptik ve biz yendik, onlar da yenildi. Sonuçlarına katlanmak onlara düşer. Halbuki durum böyle değildi. Müslümanlar son devletlerini de kaybettikten sonra Endülüs topraklarında anlaşmalı olarak yaşıyorlardı. Müstevliler anlaşmaları ihlâl etmişlerdi. Sonraki dönemlerde Müslümanlara kaçma ve denize yaklaşma hakkı bile verilmedi. Reqonquista düzeni Müslümanları iki seçenekle karşı karşıya bırakmıştı: Ya ölüm ya da Hıristiyanlığı seçmek. Halbuki Carlos’dan beklenen maddî bir tazminat değil, sadece gönül almak. Zira mesele tarihe mal olmuş ve dolayısıyla özrün ucunda maddî ve cezaî bir müeyyide yok. Beklentilerin tamamı bir jestten ibaretti. Zira aradan yüzyıllar geçmiş ve mesele bütün boyutlarıyla tarihin haziresine intikal etmişti.
***
Carlos’un yapmadığını şimdilerde Kaddafi’nin Avrupa’daki silüeti ve simetrisi Berlusconi yapıyor. Berlusconi Albay Muammer Kaddafi’den özür dilediği gibi İtalyanlar tarafından Libya’ya verilen hasardan dolayı tazminat ödemeyi de kabul etti. Bu mesele emsal olur mu? Her gün El Cezire kanalı bangır bangır bağırıyor ve “Araplar nerede?” diye soruyor. ‘Diğer sömürgeci ülkelerden de tazminat alma kuyruğuna niye girmiyoruz?’ diye söyleniyor. Bence fazla uzağa gitmeye gerek yok. Bazı sömürge ülkeleri çaptan düştü. Eğer verdikleri zararı karşılayacak olsalar altlarında donları bile kalmaz. Belçika ve Portekiz misali. Bununla birlikte caydırıcı olması hasebiyle yaşayan cani ve katliâmcılardan hesap sormak insanlığın ortak vazifesidir. İnsanlığın selâmeti, tarihî hesaplaşma veya tarihin aktörlerinin yerine geçme ile değil, bilâkis aktüel felâketleri önlemekle olur.
Berlusconi’den sonra Rumlar da insafa geldiler. Alithia gazetesinin 21 Kasım 2004 tarihli sayısında, soğukkanlılıkla katledilen Kıbrıslı Türk köylülerini “gönüllü” olarak tutuklayan Tohni’li Andreas Dimitriou’nun itiraflarını yayınlamıştı. Şimdi Rum lider Hristofyas bu itirafı en üst perdeden yapıyor ve şunleri söylüyor: “1963 ile 1974 arasında olanlardan dolayı, Kıbrıs Cumhurbaşkanı (Rum) olarak, Kıbrıslı Türklerden özür diliyorum.” İsrail ve Yunanistan’da bir ara gündeme gelen tarih kitaplarının değişimi meselesine de temas eden Hristofyas bu ülkelerin yapamadığını kendilerinin yapacağını taahhüt etmektedir. Bilindiği gibi Yunanistan’da yeni hazırlanan tarih kitaplarında ‘Türklerin Rumları denize döktükleri gibi hususlar zırvadan ibaret’ gibi tezler okul kitaplarına giremeden gelen tepkiler üzerine rafa kaldırılmıştı. Bulunduğumuz tarihî süreçte sanki yeni bir değişim dalgasındayız. Artık tarihî kasılmaları aşmamızın vakti geldi.
***
Osmanlı İmparatorluğunun ihtidar yani yıkılma devresinde enkazı altında kalan milletlerden birisi Filistinliler. Yaşadıkları 14 Mayıs 1948 Nakbası bunun doğrudan sonuçlarından birisiydi. Ermeniler de Nakba’ya benzer bir şekilde tehcir yaşadılar. Ermeniler tehcir meselesine bir de soykırım boyutu katıyorlar. Buna mukabil, Türk tezi soykırımın olmadığı sadece karşılıklı mukatelenin olduğu yönünde. Son sıralarda kimi Ermeniler de tehcirin karşılığı olarak mülksüzleştirme kavramını kullanıyorlar. Bu orta bir noktada buluşmaya götürebilecek bir teklif. Bu süreçte aşırılıklardan kaçınmak gerekiyor. Burada iki aşırı uç var. Bunlardan birisi Doğu Perinçek’in temsil ettiği uzlaşmaz çizgi. Diğeri de Ahmet Altan’ın temsil ettiği milletin hukukunu payimal eden militanca itirafperverlik. Mesele tarihçilerin bile içinden çıkamadıkları teknik bir mesele olmasına rağmen Ahmet Altan peşinen en azından tartışmalı olan bazı Ermenilere ait tezi peşinen doğru kabul etmektedir. Bu en azından milletin hukukuna muhtemel bir tecavüzdür. Ama bizim sorumlu olmadığımız atalarımızın sorumluluğunda olan bazı yanlışlar varsa bunları itiraf da bir fazilettir. Konuyu Erivan’lı yaşlı bir Ermeninin Nagihan Haliloğlu’na söyledikleriyle bitirelim: Bir insan hatalarını kabul ettiğinde yeniden iyi bir insan olur.
09.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|