14 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Şefkat kahramanları ve…


A+ | A-

İslâm literatüründe, nezih, sıcak ve derûnî mânâlar taşıyan mübarek kelimelerden birisi de “şefkat”tir. Bu kelime, sırrını, Allah’ın kuşatıcı ve merhamet edici olan sonsuz “Rahman, Rahîm ve Vedûd” isimlerinden alıyor. Şefkat, mâsûm ve zayıflara karşı gösterilmesi gereken insânî bir haslet. Bütün çeşitleri nezih ve temiz olan şefkat, aşk ve muhabbetten keskin bir iksir.

Anneler, şefkat mânâsına en ziyâde mazhar olan şefkat kahramanları. Sanki onlar, şefkatten örülmüş birer âbide. Bu duygu sebebiyledir ki anne, yavrusu için hayatını hiçe sayar; tereddüt etmeden ve gözünü kırpmadan fedâ eder.

Bütün insânî, hayvânî ve nebâtî annelerin şefkati, ancak, bir lem’a-i tecellî-i rahmettir. Yani şefkati sonsuz olan Allah’ın şefkatinden bir parıltıdır. Anneler unutmasın ki, eğer bu şefkati yanlış yolda kullanırlarsa, evlâdlarından alacakları karşılık, hem kendileri, hem evlâdları için dehşetengiz: İsyan... Bir kısım anneler, çocuklarının 60-70 senelik dünya hayatlarının mutluluğu için olmadık sıkıntılara girip, çabalayıp dururken, onların ebedî şekavete sürüklenmesine nasıl göz yumabiliyor?

Ne yazık ki, vahşî teknoloji, evlâdı anne şefkati gibi bir hazineden; anneyi tatlı bir itaatten mahrum etmiş. Evet, kadında şefkat, paha biçilmez bir zînet. İnsanların hemcinslerine şefkati, yardımların en ulvî ve en makbullerinden. Lâkin, “Şefkat-i İlâhîden fazla şefkat, şefkat değil” diyor şefkatin zirvesindeki ses.

Mutlu ferd, âile ve toplumun teşekkülü için, ferdin yanında âile terbiyesi ve eğitimi çok önemli bir yer işgal eder. Çocuk yaş iken eğilir, eğitilir. Çünkü o, hamur gibidir.

Çocuğun ilk, en büyük ve en tesirli hocası annesidir. Zirâ o, İlâhî makamdan vazifelendirilmiş bir mürebbiyedir. Anne bir şefkat kahramanıdır. Ancak bu kahramanlığa yol gösterecek, kanalize edecek, Kur’ân terbiyesidir.

Bugün, çeşitli sebeplerle, toplumun çekirdiği âile ve evlilik müessesesi zedelenmiş. Kadın, “şefkat kahramanlığı”nı, yuvasından çıkıp sokaklara dökülmekle göstermeye çabalıyor! Feminizm ve egoizm; günümüzde kadını ve anneyi sokağa dökmüş. Özellikle “çalışma hürriyeti, üretime katkı” diyerek, kadını ekonominin çarkları arasına itmiş.

Çocuk evde ya yalnız başına veya eğitim ve terbiyelerine yabancı olduğu, alışmadığı bakıcıların elinde kalmış.

Böylece, aile terbiyesinden mahrum kalan çocuklar, zamanla aile yuvalarını terkederek uyuşturucu, hırsızlık, alkol, fuhuş gibi dehşet mafyasının eline düşmekte. Hapis, hastane, tırmarhane, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı merkezleri veya benzeri yerlere düşenlerin “anne sevgisi, aile terbiyesinden mahrum” yetiştiklerini veya ailelerinin mânevî hayattan uzak, problemli olduğunu istatistikî rakamlar söylüyor.

14.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Hüseyin EREN

Hicrandan hicrete


A+ | A-

Bir yerden bir yere, bir beldeden diğer bir beldeye, bir şehirden başka bir şehre göç değil hicret, firar hiç değil. Bir seyahat, gezinti olmadığı gibi kuru bir ayrılık, basit bir taşınma, özelliksiz bir ziyaret de değil. Anlamsız bir yolculuk, niteliksiz bir yürüyüş, sebepsiz bir adım, niçini olmayan bir terk ediş, ardına bakarak uzaklaşma da değil. Bilinmezliğe gidiş, dönüşü olmayan göç, ucu umutsuzluk, sonu acı, içi boş bir düşünce, duygusu olmayan davranış da değil.

Hicran ve hicab barındırır hicret. Hicranın en ulvîsi, hicabın en edeplisidir hicret. Şirkten şükre, nefis ve şeytandan Allah’a ve Resûlüne, bedeviyetten medeniyete, “ene”den “hüve”ye, fitneden felâha, putperestlikten tevhide, esfel-i sâfilînden a’lâ-i illiyyîne, şerden hayra, yalandan sıdka, zulümden mazlumiyete, karanlıktan nura yolculuk…

Menfaatperestlikten diğergamlığa, bencillikten paylaşıma, bayalığıktan ulviyete, nefretten sevgiye, israftan iktisada, hırstan tevekküle, aldatmaktan ve aldanmaktan adalete, başıboşluktan adanmışlığa, hayalattan hakikate, yerden göğe yürüyüş…

Nemelâzımcılıktan ne yapabilirime, çiçekte yıldızları yıldızlarda çiçekleri görebilmeye, isimden harfe, eşyadan esmâya, eserden müessire, adavetten muhabbete, in’amdan mün’ime, hazdan huzura, edepsizlikten edebe, acelecilikten sabra, bilgiden hikmete, esaretten hürriyete, boş bakışlardan anlamlı seyredişe, lüzumsuz lakırdılardan hakikatli konuşmalara, zevkten hizmete, kem kelimelerden kemâl konuşmalara adım…

Kusur yayıcılığından kusur örtmeye, samimiyetsizlikten samimiyete, hayâsızlıktan hayâya, ben’den biz’e, zihin karmaşasından fikir berraklığına, kalp katılığından merhamet kuşatıcılığına, öfkeden sükûnete, çirkin bakıştan güzel görmeye, günahtan tövbeye, mideden akla, bedenden ruha, şeytandan meleğe yönelme…

Zamanı boş geçirmekten, zamansız zamanları harcayarak geçirmeye, hayatı heder etmekten hayatın sahibi adına harcamaya, geceden gündüze, zilletten izzete, firavundan Musa’ya (as), hakaretten hatır sayılmaya, fenadan bekaya, kendinden kardeşine, kavimden ümmete, dünyadan ahirete, darlıktan genişliğe koşturma…

Kesretten vahdete, kuyu dibinden azizliğe, ateşlerden gül bahçelerine, balığın karnından sahil selâmetine, bencilikten fedakârlığa ve feragate, geçici yurttan kalıcı yurda, servetten şöhretten sadeliğe, ifrat ve tefritten vasata ulaşma…

Hicap ve hayranlık uyandıran bir hicran hicret. Kardeşliğin zirvesi, istiğnanın kemâli. Yesrib’in Medine oluşu.

Çiçeğe “ne güzel” değil de “ne güzel yaratılmış” demek de hicret, âdetleri ibadetlere çevirmek de öyle... Bulunduğumuz şehirlerde böylesi bir yola, yolculuğa, adıma, yönelmeye ulaşmışsak, muhacir olma emareleri başlamıştır bizde. Muhacir olanlara ise, Ensarlar hazır bekliyor, hatta yolunu gözlüyor.

14.12.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Aşure orucu iki gündür!


A+ | A-

Aslında, geçen sene gazetemizde yazdığımız “Üç gün değil, iki gün” başlıklı yazımızı tekraren, burada zikretmek hâsıl oldu. Çünkü hâlâ bazı vaiz ve hatiplerce, hadis-i şerif dikkatsizce yorumlanabiliyor. Bazı hocaları da, bizzat ikaz edip anlattığımızda, “Yahu gerçekten dediğiniz doğru, biz dikkat etmemişiz” diyorlar. Hatta bir akrabamın söylediğine göre bir TV kanalında da böyle söylenmiş. O da bize sordu, biz de anlattık. İşte biz geçen sene bu mevzuu ile alâkalı olarak gazetemizde, yanlış yorumların meydana gelmemesi için şunları yazmıştık:

Hasılât mevsimlerinin biri gidiyor, biri geliyor. Receb, Şaban, Ramazan derken, Şevval, Zilkade ve Zilhicce de gelip geçiverdi. Ve yeni bir hicrî yıla, Hz. Peygamber’in (asm) hicretini hatırlatan yıla, Muharrem ayı ile başlayıverdik elhamdülillah. Bunların hepsi de içerisinde nurlu gün ve geceleri barındıran aylardır.

Şuurlu ve sevabını Allah’tan bekleyen Müslümanlar, bu gün ve geceleri, ellerinden geldiği kadar en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Geceleri; başta teheccüd namazı olmak üzere, çeşitli ibadetlerle geçirirken, gündüzleri de emr-i Peygamberî’ye (asm) iktidâ ederek, onun sünnet-i seniyyesine uyarak, oruçlu geçiriyorlar.

Ramazan ayındaki farz oruçtan sonra en faziletli oruçlardan biri de, içerisine yeni girdiğimiz Muharrem’de tutulan oruçlardır. Başka zamanlarda sadece Cuma veya Cumartesi günleri oruç tutmak tenzîhen mekruhken, Muharrem ayının da içinde olduğu dört haram ayda (Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce) Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri oruç tutmanın faziletine dair hadis-i şerifte çok terviç ve rağbet var. Bu mübarek Muharrem ayının en mühim ve çok Müslüman tarafından bilinen orucu da “Aşure Günü orucu”dur. (Aslında aşure, Arapça on sayısı demek olan “aşere”den gelen bir kelimedir. Hem Muharrem ayının 10. gününü ifade eder, hem de geçmiş Peygamberlerin yaşadığı on hadisesinin vuku bulduğu gün olması hasebiyle öyle ifade edilmiş.)

İşte, bizim yazıya başlık olarak koyduğumuz mesele de budur. Bununla alâkalı olarak kaynağından bir kısmı buraya alarak, bu konudaki düşüncemizi sonrasında ifade edelim:

“..Hadiste dikkat çekilen bir diğer husus da, Aşure Günü orucudur. Aşure Günü, Hicrî senenin ilk ayı olan Muharrem ayının 10. günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, Aşure Gününün de diğer günler içerisinde ayrı bir yeri vardır. Aşure Gününe fazilet kazandıran pek çok hâdise bulunmaktadır. Meselâ Hz. Musa (as) ve İsrâiloğulları bugünde Firavun’un zulmünden kurtulmuşlar, Hz. Nuh’un (as) gemisi Cûdi Dağına bugün oturmuştur. Hz. Yunus (as), balığın karnından bugün kurtulmuş, Hz. Âdem’in (as) tevbesi Aşure Günü kabul edilmiştir. Daha pek çok güzel hâdise bugün gerçekleşmiştir.

“Bunun içindir ki, Muharrem ayı ve Aşure Günü, Yahudilerce ve Hristiyanlarca da mukaddes sayılmıştır. Nitekim Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret buyurduğunda, Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrenmişti. ‘Bu ne orucudur?’ diye sordu. Yahudiler, ‘Bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı ve Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (as) şükür olarak bugün oruç tutmuştur’ dediler. Bunun üzerine Resûlullah (asm), ‘Biz Musa’nın sünnetini yaşatmaya sizden daha yakın ve hak sahibiyiz’ buyurdu ve Aşure Gününde oruç tutmaya başladı ve ashabına da tutmalarını emretti. O tarihte henüz Ramazan orucu farz kılınmamıştı. “Peygamberimiz (asm) ve sahabîler vacip olarak o gün oruç tutmaya başladılar. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra ise Peygamberimiz (asm), ‘İsteyen tutar, isteyen terk edebilir’ buyurarak herkesi serbest bıraktı.

“Aşure Günü tutulan orucun faziletiyle ilgili pek çok hadis vardır. (...) Peygamberimiz (asm) bu hadislerinde Aşure Günü oruç tutmanın bir senelik geçmiş günahları affedebileceğini bildirmektedir. Ancak Yahudilere benzememek için, Aşure Gününden bir gün öncesini veya sonrasını da oruçlu geçirmek tavsiye edilmiştir. İbn-i Abbas (ra) bununla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet eder: ‘Aşure Günü oruç tutun, fakat Yahudilere muhalefet edin. Ondan bir gün önce veya sonrayı da oruçlu geçirin.’”

Gazetemiz Yeni Asya’nın 2002 yılında okuyucularına hediye ettiği “Câmiü’s-Sağir” isimli hadis kitabından aldığımız bu bilgiye göre, Aşure Gününde tutulacak orucun şeklini Peygamberimiz (asm) çok güzel ifade etmişlerdir. Yani, o günde birçok peygamberle alâkalı güzellikler olduğundan dolayı, Yahudiler ve Hristiyanlar da oruç tuttuğundan, onlara benzer gibi olmamak için ince bir ölçüyle, bir gün önce veya bir gün sonrasını da ilâve ederek oruç tutulmasını tenbih etmiştir. Buradaki incelik, ya 9-10. veya 10-11. günlerde olmak üzere iki gün oruç tutmaktır. İşte, bu özelliğe dikkat etmeyen bazı hocalar, vaaz ve hutbelerde; 9-10-11. günlerde üç gün oruç tutulmasını cemaate söylüyorlar. Hadisin mânâsı kaybolduğu gibi, çoğu ehl-i tahkik olmayan Müslümana da o şekilde oruç tutturuyorlar.

Tabiî, burada denilebilir ki, ”Yahu ne var bunda, bu kadar abartmaya ne lüzum var? Ha iki olmuş, ha üç, ne fark eder? Fazla olsa daha sevaplı olur, vs.” O zaman 361 gün oruç tutalım, ne olacak ki(!)? Olmuyor, değil mi? İşi aslına uygun yapmak lâzım. O zaman tesbihin 33 adet olmasındaki hikmet de kaybolur. Sevap olsun diye 50 defa, 100 defa çekelim o zaman. Veya canımızın istediği kadar çekelim. İşte öyle olunca da, şifre bozulur, belki de maksad tam yerine gelmemiş olur. Hâsılı, Peygamberimiz (asm) nasıl yapmışsa öyle yapmak, onun yaptığına—zahiren daha fazla sevap getirecek gibi gözükse de—ilâve yapmamak, en müstakîmi ve sünnet-i seniyyeye harfiyen uyma noktasında en doğrusudur, sadakatin de gereğidir. Nitekim onun sünnetine hüve hüvesine uymanın getireceği sevap, kimbilir belki de daha fazla olsa gerek. Burada, “Kim ümmetimin bozulduğu bir zamanda benim sünnetime sıkıca yapışırsa, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir” (Hadis, Müsnedü’l-Firdevs, 4:198) hadis-i şerifini hatırlamakta fayda var.

Evet, bütün bunlardan sonra tekrar diyoruz ki; Aşure Günü orucu üç değil, iki gündür.

14.12.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Gençlikte kazanılan müjdeler


A+ | A-

Âdem bey: “Gençlikte günah neden cazip geliyor? Gençleri günahlardan vazgeçirmenin yolları var mıdır? Varsa nelerdir?”

Gençlik çağı olumlu olumsuz her türlü duyguların yoğun yaşandığı bir çağdır. Teklif yaşı dediğimiz Allah’a kulluk açısından sorumluluk ve yükümlülüğe atılan adımla başlayan bu çağ, dinimizin özel ilgi alanına girer ve dikkat edildiğinde önemli müjdeler de bu süreç için yoğunluk kazanır.

Bir gencin, çocukluktan kurtulup ergenlik çağına adım atması, insan hayatını bir İlâhî disiplin altına almak isteyen yüce dinimizin artık ilgi ve hitap çemberine girmiş olmasından başka bir şey değildir.

Ebû Hüreyre’den (ra) gelen şu rivayet bize gençlikte ibadetin de, haramlardan sakınmanın da ne derece önem arz ettiğini önemle vurgular ve her gence Allah’ın özel himayesini müjdeler: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur: “Yedi sınıf insan vardır ki, Allah’ın himayesinden başka hiçbir himayenin bulunmadığı günde, Allah onları kendi müşfik himayesine alacaktır: 1-Âdil Yönetici. 2-Allah’a ibadet zevkiyle yetişen genç, 3-Kalbi ibadet yapılan yerlerde atan adam. 4-Birbirini sırf Allah için seven, Allah için bir araya gelen ve Allah için ayrılan fertler. 5-Müstesna güzellik sahibi bir kadın kendisini çağırdığında, ‘Ben Allah’tan korkarım!’ diyen günaha yaklaşmayan adam. 6-Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren kimse, 7-Tenha ve gizli yerlerde Allah’ı zikreden ve Allah korkusundan gözyaşı döken kimse.”1

Dikkat edilirse: İbadetine bağlı, haramlardan sakınan, gizli yerlerde Allah için gözyaşı döken, mü’min kardeşini Allah için seven ve verdiğini gizli veren bir gencin, zikredilen bu yedi sınıfın beşine birden girmesi mümkündür. Allah’ın gençler için emsâlsiz müjdesidir bu.

Bir başka hadiste yine Peygamber Efendimiz (asm) ibadette, Allah’ın emirlerine uymakta, haramlardan sakınmakta ve hissiyâtını tanımak ve aldanmamakta ihtiyarlara benzeyen gençleri, “gençlerin en hayırlısı” ifadesiyle övmüştür.2

Allah’ın, hareket ve adımlarını Allah için kontrol altında tutmak isteyen gençleri böylesine eşsiz ve yüksek lütuflarla karşılamasının hikmetlerini açıklayan Bedîüzzaman, gençlik damarının akıldan ziyade hissiyâtı dinlediğini, his ve hevesin ise kör olduğunu, sonucu görmediğini; bir gram hazır lezzeti, ilerideki tonlarca yüksek lezzete tercih ettiğini kaydeder.3 Öyleyse, ne kadar zor olsa da, günahlardan uzak durmak ve nefsin taleplerine boyun eğmekten Allah’a sığınmak günahlara karşı siperimiz olacaktır.

Eğer günah işleme meyli insanda artar, insanın kalbini ve aklını esir alır, gözünü karartır ve aklını başından çıkartırsa, yapılacak tek şey yine Allah’a sığınmaktır. Günah cephesinden gelecek bütün taarruzlar imtihan sırrı içerisinde olağan taarruzlardır. Bunlara hazır olmalıyız. Hatta günahların bu saldırıları yalnız gençlikte değil; hayatın her çağında gelir ve insanı en zayıf damarından yakalamaya çalışır. Bazı zaman şehvet duygusuyla gelir bu; bazen mal, mülk ve servet düşkünlüğü tarzında insanın yakasına yapışır; bazen gurur ve riyâ görüntüsü içindedir; bâzen amele güvenmek veya bağışlanacağından umudunu yitirmek biçiminde; bazen eğlencelerle; bazen hasetle, bazen kinle gelir ve hep hayırlı amel veya adımlarımızı kesintiye uğratmaya, söndürmeye ve salih amelimizi iptal ettirmeye çalışır. Ölene kadar bu böyle devam eder.

Günahların bu ardı arkası kesilmeyen taarruzlarından kurtulmanın çaresi var elbet:

Gençlikte günahlardan kurtulmanın ve olgun bir genç olmanın çaresi, imanı tahkikî olarak ders almaktır. Bunun için de, imanı tahkikî olarak ders veren bir Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur derslerine devam etmek büyük önem taşıyor. Bu derslerle kendimizi, duygularımızı, zaaflarımızı ve mânevî ihtiyaçlarımızı tanıyabilir, günahlara karşı önlem alabilir, Allah’a şükreden ve Allah’tan gereği gibi korkan bir genç olabiliriz.

Ancak günahların saldırılarının ömrün sonuna kadar kesilmediğini, iç cihadın sevaplı devamlılığı için nefs-i emmâre ölse bile, nefs-i emmârenin vazifesini damarların ve duyguların yaptığını unutmamalı, Allah’a sığınmaktan hiçbir şekilde vazgeçmemeli, Allah’ın rahmetinden de umudumuzu asla kesmemeliyiz.4 Unutmamalıyız ki, mü’minin derecesi, ancak bu iç mücadelesinin devamlılığı ile yükselir.

DUÂ

Ey Veliyy-i Hafîz! Nefis şerrinden, şeytan şerrinden, düşman şerrinden, münafık şerrinden, deccal şerrinden, süfyan şerrinden bizi muhafaza eyle! Bize günahları sakîl, sevapları câzip göster! Katına dönüşü bize bir müjde gibi sevdir! Katından uzaklaştıran amelleri bir azap gibi yerdir! Gençlerimizi dünyada ve mahşerde hıfzu inayetine al! Günahlarımızı bağışla! Âmin!

Dipnotlar:

1- R. Sâlihîn, 375

2- Kenz’ul-Ummâl, 15/776

3- Sözler, S. 135

4- Şuâlar, S. 293

14.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Ferdî içtihattan ortak içtihada


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta sonu Afyonkarahisar’da 3 günlük uzun ve yoğun bir toplantı icra edildi.

Ev sahibi, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ydu.

3. Güncel Dinî Meseleler İstişare Toplantısında müzakereye açılan konular şunlar:

-Banka işlemleri

-Faiz ve faiz-enflasyon ilişkisi

-Katılım Bankası işlemleri

-Borsa ve internet üzerinden ticaret

-Altın işlemleri ile ilgili dinî sorular

-Sigorta konusu

DİYK, vatandaşların fetva ve görüş talebine hakkıyla karşılık verebilmek için kendisini yeterli görmedi. Bu konularda alanının uzmanı sayılan kişilerden doğrudan istifade etmek istediği için bu toplantıyı düzenledi. Tebrikler.

Din İşleri Yüksek Kurulunun üyeleri ve uzmanlarından oluşan 44 kişi tam kadro oradaydı. Çoğu akademisyen 39 kişi de alanının uzmanı sıfatıyla oradaydı. Şırnak dahil on şehirdeki on İlâhiyat Fakültesinin İslâm Hukuku hocaları oradaydı. (Fark ettim ki Ankara İlâhiyat neredeyse hiç yoktu. Türkiye’nin “ekseni dağılmış” hamdolsun). Tebrikler.

Bendeniz de toplantıya, Katılım Bankacılığı hakkında sunduğum bir tebliğle katıldım. (Akşam da bir dost meclisinde her yaştan gençlerle beraber olduk).

İnşaallah önümüzdeki günlerde birkaç yazımı bu toplantıda ele alınan bazı konulara ayırarak siz değerli okuyucularımızı da bilgilendirmeye çalışacağım. (Bant çözümlerini ve tebliğ metinlerini DİB ayrıca yayınlayacak). Ama bu gün önce genel bazı değerlendirmeler yapayım:

1- Açılış günü, bendeniz katılamadım, ama protokol konuşmalarından önce “saygı duruşu ve istiklâl marşı” seremonisi atlanmamış. Bunu garip bulmayabilirsiniz. Ama şu size garip gelecek:

Aynı gün bendeniz yine bir başka konuda bir tebliğ sunma vazifem sebebiyle, Ankara’daki bir sempozyuma iştirak ettim. Orada bu pek saygılı ve duygulu(!) fasıl atlandı. Halbuki bu sempozyumu tertip eden Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Türkiye İş Bankasının kurucu olduğu bir vakıftır ve Ankara Hukuk Fakültesinin bünyesinde faaliyet gösterir. Buyurun buradan yakın.

2- Diyanet İşleri Başkanı Muhterem Prof. Dr. Mehmet Görmez, açılış konuşmasında, size aşina gelecek olan, ama bazı katılımcılar için oldukça yeni sayılacak bir cümle sarfetmiş:

“…ne kadar karmaşık olursa olsun bütün iktisadî haksızlıkların temelinde çok basit bir his vardır. Yaşanılan bütün iktisadi tecavüzlerin kökeninde ‘Sen çalış ben yiyeyim’ bencilliği yatar. Bencilliğin mağlubu olan insan, aldatmaktan, sömürmekten, zulmetmekten çekinmez.”

3- Diyanet camiasının kıdemli âlimlerinden biri, kapanış konuşmasında, bir yandan, “bazılarının iddiasının aksine içtihat kapısı açıktır, oradan girmek ve eski içtihatları dahi yenilemek gerektir” dedi. Ama öte yandan da dünyevileşmeye ve içtihadın arzîleşmesi riskine de vurgu yaparak salondakilerin bir kısmını da arzileşmeye zorlayan fetva arayıcılarının içtihattaki niyetini deşifre etti.

Ama daha da önemlisi bu konuşma, ittihad-ı İslâm için en önemli basamaklardan olan “ulemanın ittihadı” için bir müjdeye işaret ediyordu:

Zira konuşmacı, Diyanet’in, bu toplantılar ile, kendi içine kapalı bir içtihat veya fetva kurumu olmaktan çıktığını, ferdî içtihat geleneğinin yerine cemaî içtihat sistemini işletmeye başladığını söyledi.

Gerçekten Diyanet artık güncel dinî meselelerde fetva veya görüş oluşturmak için sadece kendi içindeki birkaç uzmanın mütalâası ve birkaç fakih âlimin bilgisi ile yetinmiyor.

Diyanet istişaresini genişletiyor. Müstakillikten vazgeçiyor. “Müstakil” ve “kalil” olma ısrarında vazgeçmesi gereken bütün İslâm toplumları gibi, paydaşlarıyla alışverişe alışıyor.

Bu adımlar, aslında ittihad-ı İslâm için adımlardır. Ümitvâr olunuz. Sabit durunuz. “Neme lâzım” istibdadın yadigârıdır.

14.12.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Son öpücük


A+ | A-

Onu ilk defa bir sohbet salonunda gördüm. Ders yapıldıktan sonra aradaki çay molası esnasında gençler kendi yaşıtlarıyla konuşmaya dalınca ona bigâne kaldılar. Yaşlı bir insanın alışık olmadığı ve tanımadığı bir ortamdaki sessizlik ve durgunluk halini yaşıyordu. Bembeyaz saçlarının üzerindeki kasketi ve yılların çilesini, yorgunluğunu ve yalnızlığını ifade eden yüzündeki derin kırışıklıklar ve çehresindeki keder dolu, mütevazı bakışlarında onun sergüzeşte-i hayatı adeta okunuyordu.

Böyle bir toplantıya yeni gelmiş, yaşını başını almış misafir bir insanı yalnız koymamak ve ilk görüşte içimden geçtiği gibi sıkıntılı ve kederli bir insan olup olmadığını merak ettiğimden yanına vardım. Selâm verdim ve dünya işlerinin yıprattığı, nasırlı elini sıkarak yakınlık gösterdim. Benim gülümsememden ona da yansımasını bekledim ama onun ciddiyetinde ve duruşunda bir değişiklik fark edilmedi. Sert ve ciddî duruşun arkasındaki sıcaklık, şefkat ve merhamete ulaşabileceğimi tahmin ediyordum. Sohbet başlayıncaya kadar konuşmamamız, onun kendini tanıtmasıyla başladı.

Mersin’in Anamur ilçesine bağlı Bozyazı köyünde oturuyormuş. Daha önce yüksek dağların, kayaların ve yaylaların bol olduğu, çocukluk yıllarında yokluklar, kıtlıklar ve mahrumiyetler yaşadığı Kızılca köyde doğup büyümüş. Hayatı çalışmalarla ve mücadele ile geçmiş. Saf, temiz, dürüst ve mütevekkil bir Anadolu insanı olduğu onun her halinden belliydi. Kendisi okuyamadığı için, bütün çocuklarını okutmaya kendini adamış fedakâr bir baba. O günkü ders arasında tanışmamız kısa sürdü. Dersten sonra vedalaşıp ayrıldık.

Başka bir gün yapılan derste beraber oturduk. Ders arasında yaptığımız sohbetlerle samimiyetimiz ilerlemişti. Yetmiş iki yaşındaki Muhammed Şafak Amca, on sene önce gördüğü kötü bir rüyadan sonra Eşi Havva hanımı Hakkın rahmetine göndermiş. Bundan sonra Rabbine yönelmiş, kendisini ibadete vermiş. Kur’ân-ı Kerim okumasını bilmediği için, her gün bir günlük kaza namazı kılıyor, her gece teheccüde kalkıyor, her ay da iki gün oruç tutuyormuş. Ahirete hazırlıklar yaparak geçiyormuş günleri.

Bunları anlatıp sohbet ederken cüzdanını çıkarıp genç, yakışıklı ve polis kıyafetli bir gencin resmini gösterdi. Bunun genç yaşta vefat etmiş oğlu Necati’nin resmi olduğunu söylerken gözleri yaşardı. Onu da gördüğü bir rüya sonrasında kayıp etmiş.

Bozyazı’daki evinde yatarken gece yarısı kötü bir rüya ile uyanıyor. Lambayı yakıp “hayırdır inşallah” diye kendi kendine konuşmalarını duyan büyük oğlunun eşi uyanıp geliyor ve ne olduğunu soruyor. O da rüya gördüğünü, aileden birinin vefat edeceğini söylüyor. O kâbuslu rüyanın tesirinden sonra tekrar uyuyamıyor. Günlerce o sıkıntılı rüyanın etkisinde kalıyor.

Aradan dört ay geçince, polis olan oğlu Necati izinli olarak köye geliyor. Oğluna habersiz geldiğini söyleyince, oğlu rahatsız olduğunu, kanser başlangıcı teşhisi konulduğunu söylemiş. Dört ay önce içine düşen ateşi hemen hatırlamış. Daha ortada bir şey yokken, büyük oğluna mezarlıktan bir yer göstererek, “Necati’yi buraya defin edeceğiz! demesi üzerine büyük oğlu kabullenememiş, “ne biçim konuşuyorsun” diye tepki göstermiş.

Oğlu Necati’nin rahatsızlığı bir yıl sürmüş. Gittikçe ilerleyen hastalığı yirmi altı yaşında, doksan kiloluk genç bir insan sararıp soldurmuş. Genç, yakışıklı, polis Necati hastanede ağrılarla, sancılarla pençeleşerek ölüm yolunda mesafe kat etmektedir. İnancı, imanı ve tevekkülü kuvvetli olan Necati, Hastalar Risâlesini okuyarak teselli bulmaya, rahatlamaya çalışmaktadır. Her gün adım adım ölüme yaklaşmaktadır.

Hastanede Muhammed Amca, iki oğlu ile Necati’nin son anlarında bulunarak ona mânevî destek olmaktadırlar. Muhammed Amca, sabah namazını eda etmek için mescide gider. Ağabeyleri, Necati’nin başında Kur’ân-ı Kerim okumaktadırlar. Muhammed Amca mescitten dönünce Necati gözlerini açar ve babası’na nereden geldiğini sorar. Babası, mescitte sabah namazını eda edip geldiğini söyler. Necati sesli bir şekilde “Lâ İlâhe illâllâh” diye kelime-i tevhid getirir. Böyle yaklaşık on beş dakika tevhid çeker. Bu durumuna sevinen Muhammed Amca, Necati’nin kemoterapi’den saçaları dökülmüş başını okşayarak “Aferin oğlum, maşallah” diye onu okşar, sever, teşvik eder ve memnuniyetini bildirir. Necati ebedi yolculuğun bu dünyadaki son anlarını yaşamaktadır. Mecalsiz gözlerini Muhammed amcaya yöneltir ve unutulmaz bir hatıra bırakır: “Babacığım seni öpebilir miyim?” demesi üzerine Muhammed Amca yanağını öptürmek için babalık şefkatiyle üstüne eğildiğinde acılı kalbi mutlulukla hüznü, sevinçle kederi bir arada yaşamaktadır. Necati solgun dudaklarıyla Muhammed amcanın yanağından hasretle son defa öper ve gözlerini açmamak üzere masum bir şekilde kapatır! Muhammed Amca dünyanın tüm ağırlıklarını, acılarını, kederlerini kalbinin derinliklerinde hisseder ve gözyaşlarını içine akıtır.

Bir baba için çok zor da olsa Kur’ân okuyan ağabeylerine dönerek Necati’nin vefat ettiğini söyler. Onların hüzünlerini ve ağlamalarını yatıştırır. Allah dayanabileceği kadar sabır ihsan etmiştir ona. “Veren de, alan da O” diye teselli bulup acısını, elemini, kederini yüreğine gömmüş. İbadete, teslimiyete ve duâya devam etmeye karar vermiş.

İlme Hizmet Vakfında Risâle-i Nur hizmetleriyle meşgul olan Oğlu Ali Şafak’ın yanında misafir olarak kalan Muhammed Amca, devamlı ibadet etmekte, camileri ziyaret etmekte, sohbetlere katılmaktadır. Risâle-i Nurlardaki “ölüm ölmek değildir” hakikati ile teselli bulup içini rahatlatmaktadır. Bir yerde oturup düşündüğü zaman Necati’yi, onun masum bakışlarını hatırlamaktadır. Yüzüne yansımış olan yüreğindeki derdini, acısını ve yarasını Allah’a olan muhabbetle, ibadetle ve itaatle tedavi etmeye çalışmaktadır.

14.12.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Medya ve 5N2K


A+ | A-

Basın Yayın Birliği ile Bağcılar Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği Uluslararası Medya Sempozyumunda, medyaya dair birçok konu içeriden ve dışarıdan gelen katılımcılar tarafından ele alınıp değerlendirildi.

“Medyanın yeni hali: 5N2K; Babıali’den Bağcılar’a, küreselden yerele” şeklinde belirlenen ana başlık altında, medyadaki gelişmeler yer yer iç içe geçen küresel ve yerel boyutlarıyla tartışıldı.

5N1K (ne, nerede, ne zaman, nasıl, niçin, kim) olarak bilinen formülün niye 2K şeklinde değiştirildiği sualinin cevabı, “Küreselleşmenin medyaya çizdiği yeni sınırlar” oturumunda verildi:

İkinci K, küreselleşme olarak ifade edildi.

Bu konunun tartışıldığı sempozyumun, tüm dünyayı sarsan WikiLeaks fırtınasından hemen sonraya denk gelmesi, manidar bir tevafuk oldu.

Gerçekten çağımızda dünyanın adeta küçük bir köy haline gelmesinde, sınır tanımayan iletişim teknolojisi son derece önemli bir yere sahip.

Ve ülkeler arası ilişkilerin giderek giriftleşen bağlarla başdöndürücü gelişmeler kaydettiği bu çağda, artık “iç mesele” kavramı da tedavülden kalkıyor. Gündemler de ona göre şekilleniyor.

Böyle olunca, “yerel”i etkileyen küresel rüzgârların yönü ve niteliği büyük önem kazanıyor.

Tamamen dünyevîlik esasına dayalı bir felsefeyi kapitalist yöntemlerle pazarlama anlayışı ile çalışan bir medya, yereldeki özgün kimlik ve duyarlılıkları erozyona uğratan bir işlev görüyor.

WikiLeaks’te yayınlanan raporlardan birinde, Arap gençlerini uyuşturup cihad kavramından uzaklaştırma noktasında, Umutsuz Ev Kadınları gibi Amerikan dizilerinin, yine ABD politikalarının propagandası için kurulan haber kanallarından çok daha etkili olduğunun ifade edilmesi, bu tesbiti teyid eden düşündürücü bir örnek.

(Tabiî onların cihaddan kast ettikleri, Usame Bin Ladin figürü üzerinden terörle irtibatlandırılan bir kavram. Oysa Said Nursî manevî cihad vurgusuyla konuya çok farklı bir açılım getiriyor.)

Kapitalizmle atbaşı giden küreselleşmenin yerel medyadaki etkisini gösteren bir diğer örneği, bizim katıldığımız oturumun konu başlığındaki “Bâbıâli’den plazalara değişen ilişkiler” ifadesinde görüyoruz. Plazalara geçiş, devlet destekli holding medyasında yeni bir aşamanın ifadesi.

Ancak temeldeki anlayışın değiştiğini söylemek zor. Ki, o temeli, 25.5.1935’te toplanan Birinci Basın Kurultayında, devrin Basın Genel Direktörü Vedat Nedim Tör, “Atatürk Türkiye’sinde gazetenin görevleri” olarak şöyle sıralıyor:

“(1) Devrim prensip ve ideallerinin geniş halk yığınları içinde yayılması için en kuvvetli bir propaganda organı,

(2) Devrim fütuhatının kaytaklığa (irticaya) karşı en uyanık bir müdafaa aracı,

(3) Devrimci hükümetin yaptığı işlerde en samimî bir yardımcı ve uyarıcı olmak..”

“Türk basın ailesinde bu prensipleri kabul etmeyecek tek bir kişi bulunamaz. Türk basını, kendisini devrim ideallerine vermiş, tam anlamı ile ulusal bir matbuattır” diyen Tör’ün ifade ettiği anlayışa göre kurgulanan basın, çok partili demokrasiye geçildikten sonra da bu niteliğini devam ettirdi. Bilhassa ihtilâl dönemlerinde üstlendiği işlev, bunu defalarca gözler önüne serdi.

Hem resmî ideolojinin propagandisti olan, hem de devlet imkânlarıyla desteklenerek holdingleşen medya, Türkiye’de demokrasinin gelişmesini engelleyen en önemli sebeplerden biri.

Neyse ki, bilhassa AB sürecinde alınan mesafe sonucu bu durum değişmeye ve nisbeten de olsa çok sesli bir medya oluşmaya başladı; demokrasideki gelişme medyaya da akseder hale geldi.

Bu, bir yönüyle, küreselleşmenin olumlu yanı.

Ama aynı küreselleşmenin yozlaştırıcı etkileri de var ve bu noktada 2. Avrupa herhangi bir ihtilâf içinde olmadığı Kemalizmin bıraktığı yerden, üstelik çok daha tahripkâr bir şekilde devam ediyor. Ve buna karşı ahlâkî ve manevî değerlerin takviyesine duyulan ihtiyaç da artıyor.

14.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yasağı kaldır, kızlar okula gelir!


A+ | A-

Türkiye’yi ‘idare edenler’ güya yeni kampanyalar açıp ve okuma yazma bilmeyenlerin sayısını ‘sıfır’a yaklaştırmak istiyorlar. ‘Kolay gelsin’ demekle birlikte bir yerlerde yanlış yaptıklarını da söylemek durumundayız. Bu ve benzeri kampanyalar çocukluğumuzdan bu yana hemen her yıl yapılıyor ve buna rağmen yine de okuma yazma bilmeyen milyonlarca insan var. Son rakamlara göre 4 milyon 800 bin kişi okuma yazma bilmiyormuş ve bunların 4 milyondan fazlasını kadın ve kızlar oluşturuyormuş. (Balıkesir Vali Yardımcısının açıklaması, Yeni Asya, 8 Aralık 2010)

Tek başına okuma yazma bilmeyenlerin sayısını sıfıra indirmek, kaliteli eğitim için yetmez, ama bu bile başarılamıyor... Bu noktada hastalığa yanlış teşhis konulduğu için tedavisi de yanlış oluyor. Türkiye’yi idare edenlere sorulsa, kızların parasızlık sebebiyle okutulmadığını söylerler. Peki gerçek öyle mi? Tabiî ki değil. Türkiye’de bilhassa ilköğretim yaşındaki kızların okutulmamasının ilk ve son sebebi, karma eğitimdir! “Bu çağda bu kafa olur mu? Karma eğitime nasıl karşı çıkılır?” demeyi bırakın ve milletin ne düşündüğünü bir sorun... Evet, korkmayın ve küçük yaştaki kız çocuklarını okula göndermeyen anne babaya sorun: “Annesi, babası; kızını niçin okula göndermiyorsun?” Bu soruyu, iyi niyetle ve cevabını öğrenmek maksadıyla soranların, alması muhtemel olan cevap şudur: “Hem başörtüsü yasağı var, hem de kızlarımız için ayrı okullar, ayrı sınıflar yok. Karma eğitim istemiyoruz. Hiç değilse, kız ve erkeklerin sınıfları ayrı olsun. O zaman kız çocuklarımızı okula göndeririz!”

“Eskiden böyle bir talep yoktu. Bu da nereden çıktı?” demeyin. Dünya kurulalı beri bu talep var, ama sizin bu talepleri dinlemeye ve gereğini yapmaya niyetiniz yok. Benim köyümde, isterseniz siz ‘gerici köy’ deyin; okul olduğu yıllarda bilhassa kız çocukları 3. sınıftan sonra okula gönderilmezdi! Çünkü o sınıfı geride bırakanlar nisbeten büyümüş olurdu ve aileler ‘karma eğitim’ ve başörtüsü yasağı sebebiyle çocuklarını okula göndermek istemezdi. Elbette gönderenler de olurdu, ama göndermeyenlerin gerekçesi “başörtüsü yasağı ve karma eğitim” uygulaması idi!

Geçen günlerde medyada yer alan bir habere göre, “Bir günde 17 kız çocuğu okula devam etmesi için ikna olmuş.” Bitlis’in Hizan kazasında “İkna gezileri” düzenleyen yetkililer, ailelerle görüşmüş. (HaberTurk g., 2 Aralık 2010)

Ekipte, ilçe kaymakamı ve ilçe müftüsü de yer almış. Peki, başka bir gezide müftüyü yanına almayanlar bu gezide niçin almış olabilir? Elbette “Müslüman millet” ancak müftünün sözüyle ikna olabilir de ondan. Keşke herkesi ikna etseler, ama bu işler sadece lafla olmaz. Gerçekten milleti ikna etmek istiyorlarsa ve niyetleri kız çocuklarının okula gelmesi ise en başta başörtüsü yasağını kaldırsınlar. Yetmez, karma eğitime de son versinler. Hiç değilse, çocuğunu karma eğitim sisteminde okutmak istemeyenlere ‘seçme’ şansı verilsin. Karma eğitim veren okullar, sınıflar da olsun; kızlara ayrı erkeklere ayrı eğitim veren okul ve sınıflar da olsun. Demokrasi değil mi? İsteyen istediği sınıfı ya da okulu seçsin.

“Yok, biz bu şekilde hem yasakları devam ettireceğiz, hem de kız çocuklarını ikna edip okula davet edeceğiz” diyorsanız; ‘boşa kürek çekmeye devam edin’ deriz...

14.12.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İklim değişikliğiyle mücadelede doğan umut: Cancun Zirvesi


A+ | A-

Meksika’daki (Cancun’da) BM İklim Değişikliği Konferansında son gün bir uzlaşmaya varıldı. Kopenhag başarısızlığından sonra, bu başarı iklim değişikliğinin derin tehdidi altındaki dünyaya yeni bir umut ışığı yaktı.

Ancak maalesef 2012’de sona erecek olan Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek bir konsensüse dayalı antlaşma hazırlama yada en azından bu protokolün süresini uzatma hedefine ulaşmak için çok zorlu geçecek bir yıl daha var. Gelecek yıl yapılacak Durban Konferansı’na kadar çetin müzakereler bekliyor özellikle gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeleri.

Peki bu konferanstan ne çıktı?

İlk olarak gelişmiş ülkelerin karbon emisyonlarını azaltma taahhütleri çıktı. Ancak bu taahhütler Kyoto Protokolü’nün de hedefi olan küresel ısınmayı 2C’nin altında tutmaya yetecek ağırlıkta değil. Bu taahhütlere uyulursa 3,2C’lik bir ısınmaya yol açılmış olacak. Yani gidecek daha çok yol var dünyayı küresel ısınma tehlikesinden korumak için. Bu çerçevede AB üyesi ülkelerin 2020 yılına kadar emisyonlarını yüzde 30 azaltması gerekiyor.

İkinci olarak; korunmaya muhtaç ülkeleri iklim değişikliğine karşı koruyabilmek için bir Yeşil Fon kurulması ve bu fona her yıl 100 milyar dolar ayrılması kararı çıktı. “Kirleten öder” formülü içinde, akaryakıt başta olmak üzere karbon üreten ürünler üzerinden alınacak vergilerle finanse edilecek bu fon. Ancak bu fonun ABD, AB ve Japonya’nın isteğiyle Dünya Bankası’nda toplanacak olması bir çok gelişmekte olan ülke açısından kuşkulu bir gelişme. Dünya Bankası’nın bu ülkelerde çok popüler olmadığı aşikar.

Üçüncü ve önemli bir gelişme de; en çok karbon salan ülkeler arasında yer alan Hindistan ve Çin’in emisyonlarını gözetim altında tutacak bir sistemin kurulacak olması. Aslında bütün gelişmekte olan ülkelerin karbon emisyonlarını uluslar arası gözetime açıyor bu sistem. Böylece ülkelerin taahhütlerini yerine getirip getirmediği doğrulanabilecek.

Dördüncüsü; ormanlarını yok etmekten vazgeçen ülkelere malî yardım sağlanacak. Geçen on yıl boyunca dünyada her bir dakikada 36 futbol sahası büyüklüğünde ormanın yok edildiğini düşündüğünüzde, bu önemli bir adım. Ayrıntıları belli olmasa da bu sistemle, gelişmekte olan ülkelerin ormandan elde ettikleri gelirleri tazmin edecek bir yöntem geliştirilecek.

Beşinci ve sonuncusu; gelişmekte olan ülkelere düşük karbon teknolojileri aktarılacak ve uzman yardımı sağlanacak.

Görüldüğü üzere; kötünün iyisi bir uzlaşmaya varıldı Meksika’da. Gelişmekte olan ülkelerde yer alan ülkemizin de, bu anlaşmayı kabul eden ülkeler arasında yer alması sevindirici. Umarız kendi hayrımıza karbon emisyonlarının azaltılması taahhütlerine uyar ve küresel ısınmaya olan katkımızı azaltırız. Ama asıl önemlisi ABD, Rusya, Çin ve Hindistan gibi en çok kirleten sanayileşmiş ülkelerin taahhütlerini yerine getirmesi. Karbon ticareti gibi, kotasını sanayisinin gelişmemiş olmasından dolayı dolduramayan ülkelerden parayla kota satın alarak, hakkı olandan daha fazla kirletme lüksüne sahip olan gelişmiş ülkeler oldukça, küresel ısınma ve iklim değişikliğinde istenilen hedeflere ulaşılması mümkün değil.

Peki gelecek yıla kadar Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek bir uluslar arası anlaşma sağlanabilecek mi?

Kuşkularımız var.

Ama bu konferansla doğan umutlarımız da…

14.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.