Zamanı kuşatmış görünmez bir el,
Avucunun içinde ebed ve ezel,
Hayatın ahengi şiirden güzel,
Gördüm de utandım şairliğimden.
“Hayat müşterektir” ifadesi, daha ziyade aile hayatı içinde, ev işlerinde eşlerin birbirine yardımcı olması anlamında kullanılır. Halbuki, insanın hayatında sadece kendi ailesi değil, komşuları, dostları hemşehrileri, vatandaşları, hemcinsleri, hatta dünyadaki bütün insanlar, hayvanlar ve bitkiler de vardır. Bütün bu mahlûkatla birlikte hayatı paylaşıyoruz. Cenab-ı Hak insanı yeryüzüne halife olarak göndermiş, adeta dünyayı insanlara emanet etmiştir. Diğer canlıların ve hatta cansızların da hakkını gözeterek adaletle hükmetmesini emrretmiştir. Ne var ki, bu paylaşımda insanın menfaatleri, açgözlülüğü, hırsı ve tamahı ön plana çıktığından, kendinden başkasına fazla hayat hakkı tanımak istemiyor. Bırakın dünyanın nimetlerini dünyada yaşayan herkesle paylaşmayı, kendi hemcinsleri ile de adaletli bir şekilde paylaşmak istemiyor. Güçlü olanlar zayıf olanların hakkına da göz dikerek, doymak bilmeyen hırslarını tatmin etmeye çalışıyorlar. Bir taraftan “ıksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya” yiyenler, yiyemediklerini çöplere dökerken, diğer taraftan çöpten yiyecek toplayan insan manzaraları.
Güçlü oldukları için her zaman haklı olduklarını düşünen, zayıflara hayat hakkı tanımayan, onları insan yerine bile koymayan sözde medeni toplumlar, dünyayı sadece kendileri için yaratılmış kabul ediyorlar. Her türlü nimetlerden yararlanmak hakkının sadece kendilerinde olduğunu düşünüyorlar. Fakir ve geri kalmış milletleri insan yerine bile koymayan bir anlayışla hareket ediyorlar. Bugün dünyanın gözü önünde yaşanan mülteci dramları, açlık ve sefalet manzaraları, durumu iyi olan insanları hiç ilgilendirmiyor. Halbuki, bu dünya nimetlerinde Amerika’da, Japonya’da, İsviçre’de yaşayan insanların ne kadar hakkı varsa, Somali’de, Sudan’da, Etiyopya’da, Miammar’da, Afganistan’da yaşayan insanların da o kadar hakkı var.
Ama görüyoruz ki, dünya pastasından zengin ülkeler aslan payını alırken, bazı ülkeler kırıntılara bile muhtaç durumda bulunuyorlar.
Hayata felsefe gözüyle bakıldığı zaman, işte yukarıdaki tablo ortaya çıkıyor. Buna göre, hayat bir mücadeledir. Mücadeleyi kazanmak için de güçlü olmak gerekir.
Bediüzzaman Hazretleri, bu sefil felsefenin terbiyesiyle, Kur’ân’ın verdiği terbiyeyi şu ifadelerle kıyaslıyor:
“Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidal tanır. Cemaatlerin rabıtasını unsuriyet, menfi milliyeti tutar. Semerâtı ise, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur. Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel hakkı kabul eder. Gayede menfaate bedel fazilet ve rıza-i İlâhîyi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teâvünü esas tutar.” (12. Söz)
Felsefe, hayata bir mücadele gözüyle bakarken, Kur’ân, hayatın bir yardımlaşma olduğunu ifade ediyor.
Dünyadaki huzur ve ahengin korunması için yardımlaşma düsturuna göre yaşamak gerektiğini emrediyor.
Hayat müşterektir derken, dünyanın sadece insanlar için yaratılmadığını, hayvanların, bitkilerin ve cansız varlıkların da aynı dünyada bir arada ahenk içinde bir hayat sürmesi için yaratıldığını ifade etmiştik.
Kâinatın sahibi olan Cenab-ı Hak, bu kâinatı ve içindekileri öyle bir düzen içinde dizayn etmiş ki, her şey birbiri ile alâkalı, birbirine muhtaç, birbirine bağlı olarak yaratmıştır. Ne var ki, bu ahengi bozan, beşerin bulaşık eli olmuştur.
Menfaati ve hırsı yüzünden, müşterek hayatın kurallarını ihlâl ettiğinden, içtimaî hayatta huzur kalmıyor, dünyada ekolojik denge bozuluyor, ozon tabakası deliniyor, küresel ısınma sonucu göller çöl oluyor, güzelim dünyamız yaşanmaz hale geliyor.