Bir bedevî çölde devesini kaybeder. Aradan bir zaman geçtikten sonra bir pazarda devesinin satılmak üzere olduğunu görür.
Satıcıya giderek devenin kendisine ait olduğunu, bir süre önce onu çölde kaybettiğini söyler. Öteki adam da devenin kendisine ait olduğunu iddia eder. Durum kadıya intikal ettirilir. Birinci adam, “Deve benim kaybettiğim deve, bunu size ispatlayacağım” der. Kadı da, “İspatla öyleyse, senin ise al götür” der.
Adam şöyle bir teklifte bulunur: “Benim devemin ciğeri delik olacaktı. Bu deveyi keselim, ciğeri delik çıkarsa, bu adam bana bir deve alsın. Şayet ciğeri sağlam çıkarsa ben ona bir deve alıp vereceğim.” Öteki adam böyle bir şeye ihtimal vermediği için teklifi kabul eder ve deve kesilir, ciğerine bakılır ve gerçekten devenin ciğeri delik çıkar. Kadı, “Tamam deve seninmiş, bu adam sana bir deve alacak, fakat sen bunu nereden biliyordun?” der.
Adam şu cevabı verir: “Bu deve yeni doğum yapmıştı. Bir gün bir dereden geçerken yavrusu dereye düştü ve boğuldu. Bunun üzerine deve öyle bir inledi ki, ciğerinin delinmemesi mümkün değildi.”
Buradan çıkarmamız gereken çok önemli dersler olduğunu düşünüyorum. Bir deve, yavrusunu kaybediyor ve bundan dolayı öyle bir inliyor ki, ciğeri deliniyor. Bugün bizim öyle yavrularımız var ki, küfür ve dalalet bataklığında boğuluyor, anne babaların kılı kıpırdamadığını görüyoruz. Bu durumda, kalbinde iman taşıyan, şefkat ve merhamet sahibi bir Müslüman’ın ciğeri delinmesi lazım değil mi?
Peygamber Efendimiz (asm), “Mü’minler bir birini sevmede, merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir uzvu rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” 1 buyuruyor.
Bugün Gazze’de, Myanmar’da (Burma) ve dünyanın çeşitli yerlerinde ezilen, katledilen, evleri yıkılan, aç bırakılan Müslümanlar, bizim bir azamız ise, onların dertleri bizim ciğerimizi delmesi lâzım değil mi? Mü’min mü’mine öyle kardeş olur ki, biri ağlasa öbürünün gözünden yaş gelir.
Allah’ın emirlerini yerine getirmede ve yasaklarından kaçınmada gösterdiğimiz ihmaller, en azından uykumuzu kaçırması gerekirken, hiç bir şey olmamış gibi davranıyorsak, Müslümanlığımızı sorgulamamız lâzım değil mi?
Sultan 3. Murat, bir sabah namazını kaçırıyor, öyle üzülüyor ki, yatağının üzerinde oturup o meşhur “Uyan uykusu çok gözlerim uyan” şiirini yazıyor. İnsanı böyle söyleten, kalbinden yükselen ahlar ve bağrından gelen yanık kokusudur. Onun için âşıkların ve şairlerin de ciğeri delik olduğu söylenir.
Sahabe efendilerimiz de imanî hassasiyetleri yüzünden hep kalbi yaralı, ciğeri delik dolaşırlardı. Bir gün Sahabînin birisi bir sabah namazında Mescid-i Nebevî’de bulunamıyor. O sabah Peygamber Efendimizin (asm) arkasından bir vakit namazını kılamamanın pişmanlığı ile öyle ah edip ağlıyor, ciğeri delinircesine feryat ediyor ki, başka bir sahabi onu görünce şöyle diyor: “Kardeşim ver şu gözyaşlarını, ben namazımın sevabını sana vereyim.”
Bugün hangi İslâm ülkesine baksak, ya fakirlikle, ya istibdatla, ya savaş ve terör gibi musibetlerle imtihan edildiğini görüyoruz. Durumu kısmen iyi gibi olanlar da, diğerlerinin derdi ile dertlenmiyor, kardeşinin acısını paylaşmıyor, kendi hayatını yaşıyor. Hâlbuki, Müslümanın bir derdi olmalı. Müslümanın en büyük derdi, önce insanların imanını ve ahiretini kurtarmak, sonra da dünyada huzur ve barışı sağlamak ve kardeşlerinin acılarını paylaşmak olmalı. “Başkasının derdi beni mi gerdi?” deyip, dertsiz başını derde sokmaktan kaçınanlar, şu hadis-i şerifin muhatabı olurlar: “Müslümanların derdini dert edinmeyenler onlardan değildir”.2
Böyle bir duruma düşmemek için, kardeşlerinin çektiği acılar karşısında Müslümanların kalbi yaralı, ciğeri delik olmalı.
Dipnotlar:
1- Buharî, Edeb, 27
2- Hakim, 4/167