Zihnimizdeki sınırları ve coğrafyadaki sınırları tartışabilmek ve sorgulayabilmek, insanı insan yapan ve insanı kâinata açan bir kabiliyettir.
Evimizde yatak odamız mahremiyet alanımızdır. Çocuğumuza bile kısmen kapalıdır.
Evimiz de mahremiyet alanımızdır. Kimi içeri alacağımıza “biz” karar veririz. Evsizlik mahremiyetsizliktir.
Evimizin sınırlarının bir basamak ötesinde sokağımızın, mahallemizin, şehrimizin ve ülkemizin sınırları vardır.
Sokağımızın sınırı bize yardımcı olmak içindir. Bizi durdurmak için değil.
Ülkemizin sınırı da bize yardımcı olmak içindir. Yoksa bizi durdurmak için değil.
Ama maalesef sanayi devrimi, kötü bir icadı ile bizi ve ülkemizi sınırlamış ve zihnimize de sınırlar koymuş. Şöyle:
Bir an için bugünkü tüm imkânlarla ve fakat pasaport ve kimlik kartı olmaksızın yaşadığımızı düşünelim. Yani varsayalım ki bir yönden üç asır önceki gibiyiz, diğer yönlerden de bugünkü gibiyiz.
Ülkemiz neresi olurdu? Zihnimizde ve coğrafyada sınırımız nasıl olurdu?
Ulaşabildiğimiz, pasaportsuz dolaşabildiğimiz ve kendimizi rahat hissettiğimiz her yere bizim ülkemiz diyebilirdik. Kendimize ve gideceğimiz yere güveniyorsak o geniş ülkemizin her köşesine seyahate çıkardık.
Oysa pasaport ve kimlik kartları bizi sınırlıyor.
Devlet denilen hayali kuvvet bizi “ülkemiz”e hapsediyor. Bunun bir adım ilerisi sokağımıza ve evimize hapsolmaktır. Çoğu insan için bu, şuursuz ve hatta gönüllü bir hapis hayatıdır. Bir gereklilik olarak görülür.
Oysa fıtratımız zihnimize konulan sınırı da coğrafyaya konulan sınırı da reddeder.
Atlasları hepiniz bilirsiniz. O kitaplardaki haritalar iki türlüdür: Coğrafî haritalar ve siyasî haritalar.
Siyasî haritalar siyasetçilerin coğrafyaya çizdikleri farazi çizgilerdir. Bazı yerlerde bu sınırlar fizikî coğrafyalarda da tel örgüler ya da duvarlar biçiminde kendisini gösterir. Unutmayalım ki bunlar da insan icadıdır ve sun’i materyallerdir.
Coğrafyaya konulan siyasî sınırlar güvenlik endişesi dışında yanlıştır. Gereksizdir. Anlamsızdır. Aralarındaki sınırları kaldırabilen milletler ve ülkeler insanlığını ve insaniyeti korumuş olur.
Haritalarda görünen coğrafî sınırlar ise kıyılardır, tepelerdir, nehirlerdir.
Coğrafî sınırlar fıtrîdir. Ama insanın vazifesi ve ideali bu sınırları da aşmak için çalışmayı gerektirir.
Medeniyet bir taraftan coğrafyadaki fıtrî sınırları aşmaya çalışır. Tünel, köprü, yol, uçak, gemi … yaparak.
Aynı medeniyet zihnimize ve “ülkemiz”e sınır koyamaz, koymamalı.
Aksi halde zihnimiz daralır, sıkışır.
O halde bize düşen sınırcılığı reddetmektir.