Yeni Asya’nın yazarlarının ve okuyucu-sahiplenicilerinin önemli hedeflerinden biri “cemaat” kavramının hukukunu korumaktır. On Beş ve Yirmi Temmuz’a da bu gözle bakılmalı.
Cemaat kavramının sivilliğini ve şeffaflığını bozarak gözden düşürmeyi ve dine böylece dolaylı biçimde zarar vermeyi hedefleyen uzun vadeli planlar, 17-25 Aralık süreci sonrasında yaşananlar da gösteriyor ki -maalesef- başarılı oldu.
Bir zamanlar “cemaat” olarak görülen ve sonra iktidarca “en makbul cemaat” haline getirilen ve neredeyse devletle özdeşleştirilen uluslararası bir yapının, suçlu-masum demeden istisnasız bütün mensupları, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra, “terörist” ya da “terörist yardımcısı” olarak damgalanıp cezalandırıldı.
Oysa bunların hukukta yeri yok. Ve “suçun ve cezanın şahsiliği” prensibi, en çok, meselelere safiyane duygularla bakan ve mensup olduğu yapının içindeki bir kısım insanların suçunu görmeyen, hayra yoran ya da görmezden gelen kişiler için geçerli.
İstihbarat meraklısı bu grubun, baştan itibaren “devleti ele geçirme” tuzağı ile tuzaklanmış ve bilhassa bu sebeple çok hukuksuzluklara imza atmış ve böylece diğer dinî grupları da olumsuz etkilemiş olması, elbette ciddi bir eleştiri ve hatta bazılarınca vasıflandırma farkı sebebi.
Bu grubun masumları da suçluları da herhalde şimdilerde Yeni Asya’nın yıllardır dikkat çektiği bu konu hakkında samimi özeleştiri yapıyorlardır, yapmalılar.
Ancak grubun içinde ve çoğu “gizlilik temelli” kısımda yer alan bu suçluların gerçekten adaletle cezalandırılması için siyasî ortaklarına da dokunulabilmesi şart. Oysa onlar halen muktedir durumda. Dolayısıyla bu -şimdilik- mümkün değil.
On Beş Temmuz sonrasındaki yargılama süreci, makul düşünen uzmanların bu konudaki teklifleri de nazara alınarak işletilseydi yani “cemaat eşittir terör örgütü” yerine “cemaatin içinde bir yerlerde başarısız darbeyi de planlamış ve icra etmiş olan ve/veya öncesinde örgüt adına çeşitli suçlar işlemiş olan kişilerden oluşan bir suç örgütü var ve bu örgütlü suçları işleyenleri cezalandırıyoruz” denilebilseydi mesele yoktu.
Oysa böyle yapılmadı, “suçlu mu masum mu” ayrımı üzerinden değil, “cemaate mensup mu değil mi” ayrımı üzerinden sonuca gidildi. Cemaate mensubiyeti gösteren deliller terör örgütüne üyelik delili sayıldı. Bizce bu, “cemaat kavramı”nı gözden düşürmeye yönelik bilinçli bir yanlıştı.
Zaten, önce Yüksel Yalçınkaya pilot kararı ile AİHM ve sonra yakın tarihte Ramazan Topuz kararı ile AYM bu konuyu netleştirdi, bizi tasdik etti. Fazla söze hacet kalmadı.
Özetle, ilkesel olarak karşı durulması gereken bir süreç işliyor. Erken bir kıyamet kopmazsa eninde sonunda hukuka dönülecek.
Yani biz “vela teziru …” çerçevesinde “ETÖ”de ne dediysek “FETÖ”de de onu söylüyoruz. (Ayrıntıları Yeni Asya Neşriyat’tan 2020’de çıkan “Adalet ve Hürriyet” kitabımızda…)
Bu sebeple, “yargı altın çağını yaşıyor” diyen Doğu Perinçek’in “iftiharla söylüyorum, bu kısaltma bizim icadımız” dediği bu kısaltmayı genel bir damga olarak kullanmaktan kaçındık.
Üstelik kullanmayan sadece biz değiliz. Ruşen Çakır gibi “Gülen Hareketi”ne karşı başından itibaren mesafeli olmuş gazeteciler ve Sezai Temelli gibi birçok “aykırı” siyasetçi, TÜBA üyeleri Mustafa Erdoğan ve İzzet Özgenç gibi birçok entelektüel ve ceza hukuku uzmanı da bu kısaltmayı kullanmayı reddediyor; bu isimlendirmenin doğru olmadığını düşünüp söylüyor.
Hem, devletin her dediğinin her zaman doğru olmadığını bilen bir gelenekten geliyoruz. Şüphe için yeterli delilimiz de varsa neden akıntıya kapılalım?