Biri, rızasıyla, yani, bilerek, gayet rahat ve hoşnut olarak “iftira, su-i zan, gıybet eder” bir mü’min kardeşini itibarsızlaştırmaya çalışırsa ona nasıl davranmalı? Önce soruya şu soru ile mukabele edelim:
“Ne yapalım, olmuş, bitmiş” diyebilir miyiz? Bunların “üzerine sünger çekmek değil, şu hakikatleri çekmek hizmettir, adalettir:
“İnsan, medeni-i bittab (iyi huylu, kibar, faziletli yaratılmış) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (kendi cinsi diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef”tir… (Bediüzzaman, Münâzarât, s. 137)
Elbette bunlara karşı hiçbir şey olmamış gibi muamele edilemez. Aksi halde Risale-i Nur’un meslek prensibine aykırı hareket edilmiş olur. Evet, şu prensipleri çekmek gerekir:
“Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 126) Aksi halde “terakki ve asayiş ve emniyet/güven sağlanamaz, “aralarındaki güven tesis” edilemez. Şu kaideler de işletilmelidir:
“Hîn-i meşrûtiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe edenler çoktur.” (Münâzarât, s. 95, eksi baskı)
Evet, beşeriz, şaşarız, hata ederiz. Ahirzamanın son diliminin dehşetli fırtınaları içinde zaman zaman savruluruz.
O halde, Risale-i Nur’un şu meslek ve meşrebine göre hareket etmeliyiz: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder (Allah’a sığınır). İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.
“Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır.
“Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 91)
Demek ki, müsamahayı hak etmek, affa müstahak olmak için, “helâllik” alıp “özür” dilemeye bağlı. Kim, kimin hakkına girmişse “helâllik almalı”, Risale-i Nur’un meslek ve meşrebinin gereğidir.