“Üstad Risale-i Nur’a rakibane çığır açanları şiddetle ikaz ediyor ve yol açacağı zararlara dikkat çekiyor. Bugün cezalandırılanlar (hapse atılanlar vs.) ‘Zarara rızasıyla girenler...’ kapsamına girer mi? Bu gibi kişilere merhamet etmek gerekir mi?”
Kimin “Zarara kendi rızasıyla girdiğini, kimin girmediğini” uzaktan tesbit edip kestiremeyiz. Tıpkı, bizim başımıza gelen musîbetlere başkalarının böyle bakmasını istemememiz gibi… Kader defterini açıp, inceleyip bilemeyeceğimize göre Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’nin ölçülerini esas almalı değerlendirmeli.
Bediüzzaman’a göre, kendimiz veya başkalarının başlarına gelen bela ve musîbetlerin birkaç sebebi ve hikmeti vardır: Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir…Bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Buna göre şöyle düşünebiliriz: Şahsen, bizim başımıza bir musîbet gelince “Hak ettim, keffaret-i zünübdür, kader adalet etti, cezamı verdi!” diyebiliriz. Başkaları için, “Allah onları imtihan ediyor, makamlarını yükseltiyor!” demeliyiz.
Hapse atılan veya başka türlü cezalandırılanlar cezalandırıldıkları mevzuda masum iseler, “zarara kendi rızasıyla girenler” kapsamına girmezler; zaten mazlumdurlar.
Peki, ajitasyon ve algı operasyonları yapanlara ne ceza vermeli? Bunlar iddia, fikir, düşünce ise, cezaları fiilî olamaz; suçun cinsinden olmalı...
Ayrıca, birisinin işlediği suçtan dolayı, başkalarını cezalandırmak Kur’ân’ın şu cihanşumül prensibine aykırıdır: “Velateziru vaziretun vizre uhra/Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’âm Sûresi, 6:164; vd.)
Elbette “Merhamete lâyık olmayanlara merhamet etmek” caiz değil. Ancak, toptancılık yapmadan, kimin lâyık olup olmadığını bir bir tesbit etmek şarttır. Aksi halde su-i zan ve adaletsizlik olur.
Nur Talebelerinin en önemli vazifesi, Hz. Ali’nin (ra) ortaya koyduğu adalet-i mahzayı takiptir: “Küllün selâmeti için, cüz feda edilmez; cemaat için ferdin hakkı selbedilemez...” değil mi? (Bediüzzaman, Mektubat, s. 89)