"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bir meşrûtiyet açılımı: Münâzarât (3)

Atilla YILMAZ
20 Temmuz 2021, Salı

Bundan sonraki cümlelerinde Bediüzzaman, bir nevi kendini tanımlamakta ve tasvir etmektedir:

Said Nursî’nin İstanbul’da olduğu dönem yani 1907-1908’li yıllar tam bir asırı, bir seneye sıkıştırılmışçasına icraatlar olmuştur. Yüz senede yapılabilecek bir inkılâp bir sene de yapılmıştır.

Kendisi gibi ortaçağ karanlıklarında yuvarlanan insanları; hatta yedinci asırdan on üçüncü asra kadar geri kalmışlığı, ilimde fende felsefede, İslâmî, kelâmî eser vermede, ortaçağı yaşayan toplum; Temmuz ayında yapılan mesut inkılâp sayesinde, devirler altüst oldu, katmanlar tabakalar birbirine karıştı, beş altı asır geride kaldığımız ilim fikir medeniyet sahasında, bu eserleri tekmil etmek için kendimde bir teşvik gördüm diyen Bediüzzaman; yıkıcı istibdatın eseri olarak, fikirlerinden dolayı, mecnun, deli muamelesine tabi tutularak, tımarhanelere, akıl hastalıkları hastanesine kadar sevk edilmiştir.

Hemen akabinde Meşrûtiyetin efsunkâr havasını teneffüs etmeye dahi vakit bırakmayan meşum bir 31 Mart olayı yaşandı. Bediüzzaman gibi bir ‘Meşrûtiyet ve Hürriyet Kahramanı’, meşrûtî fikirlerinden dolayı mahkemelere çıkarıldı.

İstibdatın öyle bir baskısı, öyle bir dayatması vardı ki bu baskı Bediüzzaman’a deli muamelesi yaptırtmıştır. Ve aynı zamanda bu baskı, Bediüzzaman’ın Hürriyet meydanına atılmasına ve baskılara karşı koyacak türden hürriyet ve meşrûtiyet fikirlerini, düşüncelerini, yazılarını kaleme alarak; o, ‘ben de varım!’ dedirten yazılar vücuda getirmiştir. Asrın suratında veya sarayın suratında patlayan ‘Bediüzzaman’da zerre miktar mecnun alâmeti varsa dünyada akıllı adam yoktur’ raporu adeta Bediüzzaman’ı tımarhane kapısından dışarıya fırlatarak; yok sayılan Said Nursî’yi fikir ve düşünceleriyle tekrar ‘varlık gündemi’ne oturtmuştur.

İşte ‘İki Mekteb-i Musîbetin Şahadetnamesi’ veya ‘Divanı Harbi Örfi’ eseri bunun neticesidir diyor Said Nursî.

Said Nursî; her bir eserinin birkaç asrı içerisinde barındırdığını ve Kürt taifelerinin fıtrî tabiatlarını da ihtiva ettiğinden dolayı bu eserlerinde; edebiyatın ve yazının, imlânın kurallarını aramayınız diye de bir tavzihte bulunmuş oluyor.

Bu iki eserini edebiyatın yazım kuralları dışında telif etmesinin gerekçelerini yedi sebebe bağlayan Said Nursî; bu sebepleri şu şekilde sıralamaktadır:

Birinci olarak: Bediüzzaman çocukluk yıllarından itibaren aceleci, heyecanlı huy ve mizacından örnekler vererek; bazen çok zeki kavrayışlı fevkalâde birisi olduğunu; bazen durgun denizler gibi heyecansız kaldığından bahsediyor.

Bu gel gitleri yaşama hali belki de onun içerisinde bulunduğu devrin ilim medrese ve içtimaî hayat üçgenindeki asırlardır alışılagelmiş kalıpların İslâm toplumuna dar geldiğini görerek; bu yapıyı değiştirecek argümanların tasavvurunu ortaya koymaya çalıştığını görüyoruz. 

Bediüzzaman ikinci sebep olarak; üstadım diye tarif ettiği Meşrûtiyete övgü ve vurgu yaparak; inşa ve kitabetteki başarısını veya başlangıcını Meşrûtiyete hamletmektedir.

Meşrûtiyeti Şeriat adına alkışlayan Said Nursî; toplumun bu sistemi kolay hazmedemeyeceğini anladığının işareti olarak; bu idarî yapılanmanın hoş karşılanmayabileceğini ihsas etmektedir.

Üçüncü olarak; Bediüzzaman olmanın verdiği yükümlülükle; İslâm cemiyetinin yeniden ayağa kalkması için büyük bir mücadeleye girişmiştir. 

Dördüncü olarak; Bediüzzaman ortaya koyduğu bu eserlerde geçen her konuda, her fikir ve düşüncede son derece ısrarlıdır.

Beşinci olarak; Said Nursî, Türkçe ve Arapça eserler vermesiyle; bu üç unsuru aynı gaye ve idealde birleştirmenin mücadelesini vermiştir. Ana dili olan Kürtçe ile düşünüp ve tasavvur ettikten sonra; bu düşüncelerini Arapça ve Türkçe’ye tercüme ederek yazılarını kaleme almıştır. Bu sebeple onun bu iki eserinde Türkçe’nin gramer bilgilerini nazara alarak mütalâa etmek yerine, içerisindeki manaya dikkat etmek gerektiğini ifade ediyor.

Altıncı olarak; Meşrûtiyet, hürriyet vs gibi kavramların yanında, bu asırda İslâm içtimaiyatına yönelik en ileri noktada fikir sahibi alan Said Nursî; yine imlâ ve gramer açılarından eserleri değerlendirildiğinde, gerçeklerin çarpıtılmasından endişeyle yanlış yorumlamalar yapılmamasını istemektedir.

Yedinci olarak Bediüzzaman; bu üç eserinin nasıl vücut bulduğu ve bu eserlerin mahiyeti hakkında bilgi vermektedir.

Münâzarât hakkında bilgi aktarırken Bediüzzaman bize; şarkın vahşi ve acımasız tabiatından, coğrafyasından dehşetli tasvirler aktarmaktadır. Bu sarp ve aşılmaz çetin coğrafyalarda hüküm süren Kürtlerin, bu vahşi tabiattan ilham alan fıtratlarını da nazara aldığımızda gerçekten de Münâzarât’ın onlar için bir ‘İslâm içtimaiyatının’ reçetesi olduğunu anlıyoruz.

Said Nursî, Kürtlerin içtimaî ve sosyal yaralarını tedavi etmek adına nice sarp dağları bin bir zorluklarla aşarak, fikir ve düşüncelerini aşiretlere ulaştırmayı başarmıştır.

Bu çetin tabiat şartları gibi, fıtratları da tabiatla özdeşleşmiş bu kavmin, modern dünyanın içtimaî şartlarına, İslâmâ donanımlarla kavuşmasının fikrî ve fizikî mücadelesini vermek elbette ki kolay olmayacaktı. Bu kavmin fertlerini ve sosyolojisini, İslâmî normlara göre dizayn etmek uğruna Bediüzzaman; amansız bir mücadele vermiştir.

Bu fizikî ve fikrî mücadelenin sonucunda Kürt milleti; Osmanlı hanedanlığına karşı hiçbir kalkışımda bulunmayarak; Meşrûtiyetin kurallarına teslim olmuştur.

Bu Bediüzzaman’ın bir büyük zaferidir! 

Okunma Sayısı: 1420
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Atilla

    20.7.2021 21:05:28

    Üstad Bediüzzaman hazretleri meşrutiyet ten öncesini ortaçağa benzetmektedir. Meşrutiyet e verdiği önemi vurgulamak için böyle bir benzetme kullanmıştır. Kendisi gibi ifadesi 'Benim gibi' diyen Üstadın ifadesinden alıntıdır. Bu haşa Bediüzzaman ın ortaçağ adamı olduğunu göstermez. Onun Meşrutiyet e verdiği önemi ifade eder.

  • R.Kalyoncu

    20.7.2021 17:13:53

    "Kendisi gibi ortaçağ karanlıklarında yuvarlanan insanlar" cümlesi. aleyhte yorumlanabilecek, maksadı aşan bir ifade olmuş. Ayrıca, Münazarat adlı eseri değerlendirirken; müellifin bu eser hakkında, Kastamonu Lahikasında yer alan "telifinden otuzdört sene sonra elime geçen..." şeklinde başlayan beyanını mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı