Uzunca bir aranın ardından Dağarcık yeniden sizlerle. Sizlerle olamadığımız bu arada neler yaptık.
Üstad Bediüzzaman’ın içtimaiyata dair çok çok önemli olan Münazarat isimli eserinin tahlil ve şerhine dair yeni bir çalışmaya inşallah imza atacağız.
Değerli dost, kıymetli Nur Talebesi Süleyman Uçar ile başladığımız bu ortak çalışmada, epeyce mesafe aldık diyebilirim. Çalışmamız tamamlandığında sosyal sahadaki bir boşluğu dolduracağına eminim.
Yazının alt başlığı sanırım dikkatinizi celbetmiştir. Bu alt başlığı neden kullandım onu anlatayım:
Benim rahmetli dedem Çanakkale gazisi, bir mütedeyyin insandı. Çok hazin ve dramatik bir hayat sürmüş; yokluğun, garibanlığın ve kimsesizliğin hüznünü iliklerine kadar yaşamış bir pir-i fanî idi.
Rahmetli dedem, Kahramanmaraş’ın Andırın ilçesinin Azgıt köyünde yaşayan, Karaahmetliler ailesinin küçük bir çocuğu iken, hastalıktan mı, yoksa başka bir afatten midir bilinmez, anne ve babasını kaybetmiş.
Azgıt köyünün sokaklarında perşinaiyet içerisinde onun bunun bakımıyla baş başa kalan bu kimsesiz yavrucak, bir gün sokakta oynarken, Maraş’ın Fenk köyünden Azgıt’a katırlarla üzüm satmaya gelen Göv Musa’ya köylüler derler ki,
“Bağcı, burada kimsesiz, anasız babasız bir çocuk var. Bu çocuğu al götür, bak büyüt senin olsun.
Bu teklife “olur” diyen Göv Musa, Ahmet adındaki bu küçük yavruyu katırının terkisine alarak Fenk köyüne götürür.
Ahmet evlenip barklanana kadar Göv Musaların azaplığını(çoban, amele) yapar. Davarını güder, tarlasında bağ bahçesinde çalışır.
Ahmet uzunca boylu, dik duran, dik yürüyen birisi olduğu için, köylüler ona, Dikçel Ahmet lakabını takarlar.
Ahmet artık büyümüş, serpilmiş, fidan gibi bir delikanlı olmuştur.
Göv Musalar, artık evlenme çağına gelen Ahmet’i köyden Meryem adında bir kızla baş göz ederler.
Ahmet artık eli ekmek tutan bir delikanlı olmuştur. Köyden uzakta bir bağ alır. Artık kendi bağı bahçesini ekip biçecektir.
Yokluk ve perişanlık içerisinde bir de hayvan alır, kendi geçimini temin etmektedir.
Azap Ahmet’in kendi malı mülkü olmasını istemeyen, çekemeyenler olur. Ahmet sabah erkenden köyden çıkıp tarlasına giderken bazı köylüler Ahmet’i taşlarlar. Katırını ürkütürler, yolunu keserler. Ahmet’e eziyet ederler.
Bir müddet sonra Ahmet’in erkek bir çocuğu olur. Adını İbrahim koyar. (İbrahim seferberlikte Yemen’e gitmiş ve dönmemiştir.)
Aradan bir iki yıl geçer. Ahmet’in bir oğlu daha olur. Derken, üçüncü erkek çocuğu olur. Bir de kız çocuğu olur.
Aradan zaman geçer. Dikçel Ahmet’in çocukları büyür. Artık babalarıyla tarlada takımda çalışabilecek bir duruma gelirler.
Çocukları büyüyen Dikçel Ahmet bir gün, katırını çeker, boy boy üç erkek çocuğunu da peşine takarak tarlasına gitmek için evinden çıkarlar.
Köyün üst yanına varan Dikçel Ahmet, yönünü köyden tarafa döner, çocukların ellerine de birer taş verir ve şöyle bağırır:
“Gelin lan alayınız gelin. Hepiceniz gelin.”
O günden sonra köyde, Dikçel Ahmet’e “öte git” diyen olmaz.
Çünkü artık Dikçel Ahmet’in arkası vardır. Çocukları büyümüştür.
Nur içerisinde yatası rahmetli dedemin birkaç hatırasını ileri bir tarihte yazmak üzere ona rahmetler diliyorum.
Çok eskilerde belki Bediüzzaman ve onun muhteşem Kur’ân tefsiri Nur Risalelerine ulu orta dil uzatmak kolaydı.
Ama Yeni Asya gazetesi yayın hayatına başladığı günden itibaren artık Bediüzzaman’la ilgili birisi bir şey söyleyeceği zaman biraz durup beklemek zorunda kalmıştır.
Yeni Asya gibi davasında dik duran bir gazete ve onun kıymetli yazarları, sevgili genç yazarları araştırmacıları çoğaldı artık.
Öyle her önüne gelen Nur Risalelerine ve onun muhterem müellifine dil uzatamazlar. Uzatmaya yeltenenler Yeni Asya sayesinde ağızlarının payını alırlar.
Bundan sonraki haftalarda Bediüzzaman’a dil uzatmaya kalkanlara cevaplarımız olacak.
Bakalım Bediüzzaman ve Risale-i Nurlarla ilgili, kimler ne demiş, biz onlara ne demişiz?
Haftaya buluşmak temennisiyle.