Saat 4 yahut 5’ti, şafak söktü sökecek. Gözlerim yarı açık banyoya yöneldim, lavabonun yanında su bardağını bulamayınca, ellerimle yokladım etrafı, sonunda masanın üstünde yakaladım bardağı. İçinde su vardı. Tekrar lavaboya gitmeme gerek kalmadı ve hızla diktim bir bardak suyu.
Dilimin ucuna bir şey geldi. Hareket ediyordu. Hemen tükürdüm. Yere bir sinek düştü. Bardağın içine düşmüş, çırpınmaktaymış bizim kör sinek.
Fazla ilgilenmeden yatağa geri attım kendimi. Sabah olup da gün aydınlanmaya başladığında, pencere kenarından gelen hafif bir vızıltı durmadan kulağıma çalınıyordu, yarı uyku yarı uyanıklık halinde. İnsanı sinir eder böyle sesler normalde. Kalkıp icabına bakılır. Ama an geliyor ki o gürültüden bile medet umdurtuyor yalnızlık. Odanın tenhalığının, o rahatsız edici tekilliğin oyunbozanı oluyor sanki bu minik gürültü. Katlanılıyor başta, sonraları hoşa bile gidiyor.
İyice sabah oluyor, kalkıyorum. Masama geçiyorum. Gürültünün kaynağı gözüküyor. Masada vızır vızır dolaşan, ama halinde bir gariplik olan bir sinek. Tamam diyorum. Dün gece açık bıraktım diye pencereyi, bütün aile göç ettiler odama. Sonra aklıma dünkü sinek geliyor. Aramaya, akıbetini öğrenmeye çalışıyorum. Parkeye bakıyorum, halıya bakıyorum. Yok! Düşüyor jeton. Dün gece dudaklarıma dokunmaya cüret eden, şimdi çıkmış masamda gövde gösterisi yapıyor. Bir gariplik var halinde, ama nedir belli değil. Ya kör ya sakat, yahut pek zeki değil. Durmadan sırt üstü düşüyor. Biraz duruyor sonra tekrar oyunlar, bıcır bıcır hareketler. Elleri kolları normal hareket edebiliyor. Hani elinden her iş gelir, kaportası sağlam. Uzun bir süre izliyorum bu küçük yaratığı. Düşünüyorum sonra. Nasıl da yapıştı yakama? Ağzımdan girdi, ağzımdan çıktı şimdi de başımın üstüne çıkacak neredeyse. Hiç çekingen değil. Tam bir dâvetsiz misafir lâkin paylaşmaya niyetli odamı. Bir süreliğine yalnızlığı paylaşıyoruz sayın sinekle. Bir ben ona bakıyorum bir o bana.
Sonra gidip, bir kitaba kondu: ‘’Ezilenler.’’ Dostoyevski’nin kitabı. Bunu görünce önce gülümsedim, sonra çok derinlerden yükselip gelen bastıramadığım bir vicdan azabıyla sarsıldım. “Sineğin boynuna” sarılıp ağlayamaya kalkıştığımda, sineğin bana düşmanca davranacağını elbet tahmin edemezdim, ‘’bu boyunların hepsi herkesin olduğu kadar benimdir,’’ diye düşünüyordum. Ama sinek beni anladı, belki de, acımak ve nefret etmek dışında başka bir duygu besleyemiyorlar diye üzüldüm, yürüdü kitapla kitaplık rafının birleştiği yere kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar... Bıraktılar. Kitaplık rafından güç alıp ince uzun bacakları üstünde yaylandı, kitap sallandı, düştü. Sinek altında kalıp öldü. Bunu görünce önce gülümsedim, “ezilenler sıkı sıkıya tutundukları ‘ezilenler’ yüzünden eziliyorlar” dedim, ama sonra bir şeyi, belki de hikâyenin başını hatırladım, çok derinlerden yükselen bastıramadığım bir vicdan azabıyla sarsıldım. Ve “sineğin boynuna” sarılıp ağlayamaya kalkıştığımda, birden bir mu'cize oldu, sinek çok kısa bir süreliğine gözünü açtı, etkileyici bir sesle “lan bi git” dedi, tekrar öldü.
Sineğin boynuna sarılmak için kaldırdığım kollarım havada, hazırladığım gözyaşları içinde kaldım. Kendi kendime sarılıp ağladım. Tabi ki bu ağlamam kısa sürdü, çünkü burnuma yapışan bir sineğin atom bombası mahiyetindeki sokmasına maruz kaldım. Deli gibi burnumu yere sürtmeye, bağırıp, oraya buraya koşmaya koyuldum. Konu, komşu hırsız eve girdi zannıyla, kapıya üşüşmeye başladılar.
Kapıyı zor belâ açtığımda, karşımda ellerinde tencere, tava olan apartman sakinlerini buldum daha ağzımı açmadan. Hepsi olay mahalline yönelip, beni kapı eşiğine sıkıştırıp ezdiler… Bir şey bulmayınca apartmanın komutanı Melahat Abla bana ne olduğunu sordu: ‘’Sinek’’ deyince hepsi bi şamar atıp ayrıldılar. Ben de öylece kaldım.. Kaldıran yok mu yaw?