Sabah 6 oldu mu, tak ayaktayımdır. Sağlıklı bi-iki gıda aldıktan sonra, annemin bana kendi elleriyle aldığı zebra renkli eşofmanları giyer, sahilde uzun bir yürüyüşe çıkarım. Sahilde her ne kadar herkes bana aval aval baksa da tınmam, Kurban Bayramında ipinden kurtulan bir angus misali öylece koşarım… Sonra eve gelir duş alır, esastan bi kahvaltı yaparım. Dişleri fırçalar, direkt okula giderim. Dersi, bir İstanbul beyefendisi gibi dinler, hocanın her dediğini harfiyen yerine getiririm.
Kopyaya yeltenmem, bütün insanlara tebessüm ederim, en böyle çekilmeyecek tiplere bile hayranlıkla bakarım. Sağlıklı beslenir, üretim tarihi geçmiş besinleri yemem. Kırmızı et tüketmem. Saat 9 oldu mu hemen yatarım. Odamı temiz tutar, mutfakta yeni türlerin üremesine mahal vermeden ortalığı temizlerim. Hiç tanımadığım insanlara selâm verir, herkese durup dururken mail atarım. Kendimi çok severim….
Evet, yukarıdaki sözler benim değil, Ömer’in sözleri. Hayatını böyle yaşıyormuş. Oysa ben tam tersi istikametteyim. Her sabah kalktığımda çalışırım diye açık bıraktığım ışık hâlâ yanıyordur. Odadaki eşyalar savaş meydanını andırıyor. Bir tarafta mandalina kabukları, öteberi ve çekirdek kabukları el elle verip adeta raks ediyorlar. Etrafa yayılmış vize notları, kitaplar, elbiseler… Ömer, her Pazar olduğu gibi bu Pazar da kapımda belirdi. İnce sesiyle ”Tünaydın” abi der demez hemen koşup camı açtı. “Ağbi saat 1 ve sen hâlâ ölüm uykusundasın, oysa ben duşumu aldım, sporumu yaptım, dişlerimi fırçaladım.”
Cevap vermeden öylece sustum. Aslında Ömer’le ortak bir noktamız yok, çünkü o düzenli takılıyor ve üstelik de sağlıklı. Bense sağı solu belli olmayan, spor yapmayan, kokoreç, midye yiyen farklı bir türüm. Bazen Ömer gibilerine karşı savaşmam gerektiğini bile düşünüyorum. Adam derste kopya bile çekmiyor ya… Neyse her zamanki gibi sağlıklı olmam hakkında tavsiyelerde bulunup, gitti. O gittikten sonra kalkıp boy aynasından kendime baktım… Gece 3’te makarna yapmaları, bi oturuşta 1 demlik çayı bittirmeler, uykusuz geceler ve boş gezmeleri düşündüm… “En iyisi yaşama” dedim Çetin, “Böyle genç yaşında sağlıksız öleceksin.” Sonra meydanın Ömer gibilere kalacağından endişelendim. Vazgeçip “yaşama” tercihini seçtim. Ömer gibilere ortalığı bırakmamalıydım.
Hemen gazetenin sağlık sayfasını açıp, tavsiyelere baktım. Evet, sarımsağın faydalarından bahsediyordu. Koşup mutfaktan bir baş sarımsak yıkayıp ağzıma attım. Ve mutfakta Ömer’in sağlıksız diye nitelediği eşyaları: çayı, kahveyi, kolayı, yağı çöpe atım. Alış verişe çıkıp, sağlıklı diye nitelendirilen yiyecekleri aldım. Ayrıca rafta bulunan sağlıklı beslenme üzerine yazılan kitabı da aldım… Eve gelip, yağsız, tuzsuz, şekersiz şeyleri atıştırıp, kitaba baktım. Kitapta, maydanozun faydaları bitmek bilmiyordu. Mutfakta bir deste maydanoz alıp, gazeteye doğru yola koyuldum… O gün otobüste kimse yanıma oturmadı, çünkü alayına sarımsak kokuyordum. Cebimdeki maydanozlar da cabası… Keyfimi bozmadım, Ömer’i düşündüm. Sağlığını, sporunu falan… Az sonra gazetedeydim. Gelen, geçenle hoş beş ediyordum, ama üzerimdeki sarımsak kokusu bütün hayranlarımı geri tepiyordu. Uzak olmasına rağmen Faruk Abi bile üzerimde ot kokusu olduğunu hemen sezdi. Dışlanılmış hissediyordum kendimi. Masama geçip bi resim falan çizdim. “Başarmam lâzım” deyip, girdiğim yoldan dönmedim. Böyle 1 ay sürdü. Artık akşam 9’da uyku, sabah koşusu, maydanoz, sarımsak benim hayatımın bir parçası olmuşlardı. Arkadaşlardan gelen saat 10’daki halı saha maçlarına bile gitmiyordum…
Çevremde gördüğüm kişiler et döner, sosis, salam, patso yerken ben otla meşguldüm… Etin çok olduğu Kurban Bayramı sonrasındaki benim bu sağlıklı tutkum saçma gibiydi. Bazen etraftaki insanların lokmalarını bile sayıyordum. Onların yedikleri etleri düşünüyor, rüyalarıyla güne uyanıyordum. Bir gün sokaktan geçerken küçük çocuğun elindeki dönere gözüm ilişti… Artık takatim kalamamıştı. Koştum çocuğun elindeki döneri aldım, ona bir deste maydanoz verdim. Oturdum. Ömer’i, sağlığı bir kenara atıp afiyetle yedim... Evet, dünya Ömer gibilere kalmalı! Ben, dönersiz yapamam.