Her Ramazan gibi bu Ramazan’da da İsrail, işgal altındaki Mescid-i Aksa’daki minarelerin ses kablolarını kesti. Şam kapısına bariyerler koydu. Kadir gecesi öncesi Yahudi yerleşimci grupları, Filistinlilerin evlerini işgal etti.
Bununla kalmadı, İsrail polisi, sabah namazında Mescid-i Aksa’ya girerek cemaate plastik mermi ve ses bombalarıyla ve şiddetle müdahale etti, iki yüzden fazla ibâdet eden Müslümanı yaraladı.
Daha önce de Filistinlilerin evini yıkıp Harem-i Şerif’e, Mescid-i Aksa’nın mihrabına kadar postallarıyla girme pervâsızlığında bulunan İsrail bütün dünyanın gözü önünde küstahça saldırılara, ibâret mekânlarını işgale, tahrik, tâciz ve tazyike devam ediyor.
YİNE “ŞİDDETLE KINAMAK”LA KALINIYOR...
Çarpıcı olan, başta Türkiye’de olmak üzere İslâm dünyasında sivil alanda geniş protestolar yapılırken, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere birçok uluslararası mercilerden dinî mekânlara ve dinî değerlere saygı çağrıları yapılırken, İsrail’in “devlet terörü”ne Müslüman ülke yönetimlerinin bigâne kalması.
Ya da Ankara’nın sergilediği gibi “şiddetle kınamak”la kalınması. Cumhurbaşkanlığı’ndan, Dışişleri’nden ve iktidar partisinden “kınama demeçleri”yle kalınması. Daha da ilginci daha önce en ufak bir hak ihlâlinde “Ey Netanyahu!”, “Ey İsrail!” diye İsrail’e veryansın eden Cumhurbaşkanı’nın bu kez “İsrail’in ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’ya yönelik maalesef her Ramazan ayında gerçekleştirdiği menfur saldırıları şiddetle kınıyoruz” demekle yetinmesi.
Gerçek şu ki AKP iktidarında İsrail’in en yıkıcı tahribatlarını yaptığı, İsrail savaş uçaklarının, elli gün süren ve fosfor bombalarıyla beş bin Filistinliyi katlettiği, on bir yıldır amansız ambargo ablukasında iki milyon insanın âdeta bir açık hava hapishanesi haline getirdiği Gazze’ye en yıkıcı saldırılarında bile İsrail’le ilişkiler kesilmedi, hiçbir anlaşma ve işbirliği askıya dahi alınmadı; tam tersine İsrail’e jest üzerine jest yapıldı.
30 Ocak 2009’da Davos’taki “one minute” çıkışından sonra 2009 Ekim’inde Türkiye delegasyonunun Viyana’da “nükleer silâh sınırlandırılması”nı kabul etmeyen İsrail’e Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) üyeliği kıyağının akabinde Mayıs 2010’da, tek Müslüman üye Türkiye’nin vetoyu kaldırmasıyla İsrail OECD’ye alındı. Ve ilk kez İsrail Cumhurbaşkanı Ankara’ya dâvet edilerek TBMM’de alkışlarla karşılanıp konuşturuldu.
YENİ İŞBİRLİKLERİNE GİDİLİYOR!
Keza Türkiye’nin “blokajını çekmesi”yle İsrail’in NATO üyeliğinin önü açıldı; İsrail’in Brüksel’deki NATO karargâhında temsilcilik açıp askerî tatbikatlara katılması sağlandı.
Filistin’de her türlü baskı, zulüm ve katliamı yapan İsrail’e “kuru kınamalar,” “katil İsrail!” söylemleri ve medyatik propaganda ve algı operasyonları paravanında tamgaz süren ilişkiler ve ticaret kat kat arttırıldı.
Bu vetirede İsrail’in Suriye - Lübnan - İsrail üçgeninde Şam’a ve bütün bölgeye hâkim stratejik bir alan olan Suriye’ye ait zengin su kaynaklarının, verimli toprakların, tarım arazilerinin bulunduğu Golan Tepelerini işgal edip ilhakı “kuru kınamalar”la geçiştirilirken, İsrail’in Kudüs’ü başkent yapmasına karşı da Ankara’nın tepkisi “eleştiri ve kınama”nın ötesine geçmedi.
Düşülen vartada Ankara, İsrail’le istihbarat anlaşmasından, tarım, tohumcululuk, sulama ve telekomünikasyona onca ekonomik mutâbakat zabıtlarına, savunma sanayii anlaşmalarından enerji ihâleleri işbirliklerine, bir tekinin dahi iptaline, en azından askıya alınmasına yanaşmıyor.
Dahası, Ankara’dakiler İsrail’e büyükelçi göndermeye ve Doğu Akdeniz’de “deniz yetki alanları”nda anlaşmaya hazırlanıyor. Keza Katar’la “Su yönetimi alanında işbirliği mutabakat zaptı” üzerinden Fırat ve Dicle suyunun İsrail’e gönderilmesine zemin hazırlanıyor.
Özetle, iç kamuoyuna farklı mesaj verilirken, zulüm, saldırı ve katliamlarından caydıracak hiçbir caydırıcı yaptırıma başvurulmaması, İsrail’in şımarıklık ve küstahlığını daha da arttırıyor…