"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Muhalefet adalet için denge unsurudur

04 Ocak 2020, Cumartesi
Her ne kadar yöneticilerin; “eleştirilmeye izin verdiklerinde dahi aslında iltifat bekledikleri” rivayet olunsa da muhalif fikirlerin çokluğu ve de ifade edilebiliyor olmaları rahmettir. Nitekim “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan çıkar” denilmektedir. Bediüzzaman'a göre de “muhalefet meşrû ve samîmî bir muvazene-i adalet unsurudur.”

Yönetim Bilimleri Hocası Prof. Dr. Mehmet Tikici’nin Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinde verdiği “İfade Hürriyeti” başlıklı semineri -1-

***

Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi’nde iki haftada bir düzenlenen “Hürriyet” temalı akademik seminerler kapsamında icra edilen seminerin konuşmacısı Yönetim Bilimleri Hocası Prof. Dr. Mehmet Tikici idi.

Tikici “İfade Hürriyeti” başlıklı seminerinde güncel konulara da temas etti ve önemi mesajlar verdi. Önemi sebebiyle konuşmanın geniş bir özetini yayınlıyoruz.

Değerli Misafirler,

Felsefe tarihi boyunca filozoflar insanın hürriyetine ilişkin çeşitli problemlerle ilgilenmiş ve hürriyete farklı muhtevalar kazandırmışlardır. İnsana dair her ne söylendiyse onun hürriyetine ilişkin daha çok şey söylenmiş ve hürriyet muhtevası zengin bir kavram haline gelmiştir.

Siyasî düşünceler tarihinde hürriyet üzerine yazılmış “en etkili deneme” olarak değerlendirilebilecek “İki Özgürlük Kavramı” adlı eserinde Isaiah Berlin, hürriyetin tek bir kavrama işaret etmediğini, içerisinde iki farklı kavramı barındırdığını savunur. Berlin, bu iki hürriyet kavramını negatif ve pozitif hürriyet olarak adlandırır. Berlin’e göre, negatif hürriyet, ferde diğer kişiler tarafından müdahale edilmeksizin ve kısıtlanmaksızın olabilmesi ya da eyleyebilmesi için bırakılan ya da bırakılması gereken alandır. Hatta Berlin’e göre negatif hürriyet kavramı ferdin yalnızca mevcut değil aynı zamanda potansiyel isteklerine ve seçimlerine yönelik engellerin de olmaması anlamındadır. Berlin, pozitif hürriyetin “kendi kendisinin efendisi olmak” anlamına geldiğini söyler.

Sartre’da hürriyet mutlak başıboşluk veya serbestlik anlamında değildir. Hür olan insan bütün eylemlerinden, yapıp etmelerinden, tercihlerinden sadece kendi adına değil, bütün insanlık adına sorumludur. Sartre’ın hürriyet anlayışını çağdaşlarından ayıran en önemli şey, onun, hürriyeti, sorumluluk, seçme, bunaltı kavramlarıyla da ilişkisini kurgulayarak ele almış olmasıdır.

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre de hürriyetin tarifi “ne nefsine ne gayriye zararı dokunmamaktır.” Nitekim Bediüzzaman Said Nursî’ye; “hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta, adeta, ’Hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez’ diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?” diye sorduklarında Üstad şu cevabı vermiştir: “Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nazenin hürriyet, “adab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak” lâzımdır. Hürriyetin şe’ni odur ki “ne nefsine ne gayriye zararı dokunmasın”.

Hürriyet kavramının ilgili literatürde yer alan tanımlarından çok farklı ve bir o kadar da manidar olan tanımı Bediüzzaman Said Nursî tarafından yapılmıştır. Üstad “nazenin” olarak nitelendirdiği hürriyet için mealen “Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü o imanın özelliğidir” demiştir. “Nasıl, hürriyet imanın hassasıdır?” şeklindeki soruya da şu cevabı vermektedir: “Zira, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, şefkat-i imaniyesi bırakmaz”.

Buradan ifade hürriyetine gelecek olursak; Wittgenstein’ın belirttiği ettiği gibi, ifade hürriyeti “üzerine dürüstçe düşünmenin, kesinlikle ‘eğlenceli’ değil; tersine, ‘rahatsız edici’, ‘nahoş’ hatta ‘pis’ bir iş” olarak görüldüğü bir kavramdır. En geniş anlamda ifade hürriyeti; “bir düşünce, inanç, kanaat, tutum veya duygunun barışçı yoldan açığa vurulmasının veya dış dünyada ifade edilmesinin serbest olması” demektir. Bu geniş anlamıyla ifade hürriyeti sözlü ve yazılı anlatım, sanatsal gösterim, şahsî görünüm ve görüntü tercihi, gösteri, yürüyüş, toplantı yapma ve örgütlenme gibi hürriyetlerin hepsini içine alır.

İlk bakışta bazı fikirlerin yasaklanması daha faydalı gibi görünse de aslında öyle değildir. İşin tabiatına bakıldığında ifade edilmesi yasaklanan fikirler aslında koruma altına alınmış olmaktadır. İfade hürriyetinin engellenmesi genellikle baskılanan fikrin lehine sonuçlar verebilmektedir. Çünkü, bir fikri yasaklamakla, “onu akılcı yoldan eleştirme ve yanlışlığını ortaya çıkarma” fırsatlarını da büyük ölçüde ortadan kaldırmış; yani yasaklanan fikri gizemli hale getirmiş, ona bir avantaj sağlamış, ona bir nevi dokunulmazlık kazandırmış olursunuz. Hatta bu fikrin sahiplerine haksız bir çekicilik, hatta haksız bir itibar sağlamış olursunuz.

İfade hürriyetini engellemek yasaklanan fikirlere haksız bir çekicilik ve itibar sağlamış olmanın ötesinde bahse konu yasağı getirenler aleyhine de sonuçlar vermektedir.

Bu tesbitin doğruluğunu göstermek için şu anekdot işe yarayabilir:

Bir şirketin patronu, yöneticisi ve bir işçisi gemi ile iş seyahatine giderken gemi batar. Bu üç kişi bir tahta parçası üzerinde ıssız bir adaya sürüklenirler. Adada gezinirken karşılarına Alâeddin’in sihirli lambası çıkar ve “dileyin benden ne dilerseniz?” der. Arkasından da uyarır: “Herkesin tek bir dilekte bulunma hakkı var.”

Patron: “Herkesten uzak ıssız bir adada hiçbir iş yapmadan ancak hiçbir şeye de muhtaç olmadan sağlıklı, sakin ve mutlu bir hayat sürmek istiyorum” der ve dilediği yere gönderilir.

Yönetici: “Patronumun yerine geçmek, malına, işine sahip olmak yani patron olmak istiyorum” der ve dileği yerine getirilir.

İşçi: “Bugüne kadar benim yerime hep patronum ve yöneticim karar verdiler, bana hiç söz hakkı tanımadılar. Bu sebeple ben ne isteyeceğimi; neye ihtiyacım olduğunu bilemem ve dile getiremem. O sebeple benim yerime karar vermeleri için patronumu ve yöneticimi tekrar adaya geri getirmenizi istiyorum.”

İşçinin isteği de yerine getirilir; patron ve yönetici adaya geri getirilir. Üstelik artık hiçbirinin yeni bir istekte bulunma hakkı kalmamış ve bütün fırsatlar kaçırılmıştır.

Yine meşhur bir hikâyedir:

Adam yoksulluktan dolayı kendi döktüğü kerpiçlerden derme çatma bir ev yapar ve duvarları da yine yoksulluktan çamur ile sıvar. Bu evin yirmi, yirmi beş yıllık ömrü olduğunu bildiği için eve; “yıkılacağın zaman haber ver, altında kalmayalım” diye fısıldar. Zaman içinde evin bazı yerleri çatlasa da adam hemen çamurla sıvar. Ancak bir gün ev aniden çökünce adam bir yandan üç beş parça eşyasını kurtarmaya çalışırken bir yandan da eve söylenerek sitem eder: “Yıkılacağın zaman haber ver, altında kalmayalım demedim mi? Sen de, ‘tamam, haber veririm’ diye söz vermedin mi?”

Ev mahcup şekilde cevap verir: “Ben yıkılmadan önce çok sefer sana haber vermeye çalıştım, ancak ben her ağzımı açtığımda sen benim ağzıma bir avuç çamur doldurdun!”

Fikir farklılıklarının rahmete vesile olabileceğini de biliyoruz.

“Ümmetimin âlimleri arasındaki ihtilâf (görüş ayrılıkları) İlâhî bir rahmetin ürünüdür” Hadis-i Şerifindeki ihtilâf, gerçek ve doğru olan işleri açıklamak için araştırma, ilmî tartışmalar yapmak anlamındadır. Herhangi bir görüş ve iyi bir şekilde takip edildiği düşünülen yol, ciddî ve dikkatli bir araştırma ve tartışmadan geçmezse; çoğunlukla yanlış olan sonuçlar çıkar. Çünkü Yusuf Sûresi’ndeki “biz dilediğimiz kimseyi (bilgice) yüksek düzeylere çıkarırız, fakat her bilgi sahibinin üstünde her şeyi bilen (Allah) vardır” şeklindeki âyet gereğince, her bilenin üzerinde başka bir bilici daha bulunur ki, öncekinin ilmi, onun ilmini kapsayamaz.

Üstada göre ise aynı hedefe gidilen yolların çok sayıda olması ve aynı zamanda bunların farklılık arz etmesi sadece arzu edilen olmayıp; bir zorunluluktur. Bir insan kendini beğenmişlikten kaynaklanan inhisar zihniyetiyle başkalarının yolunu ve görüşünü ret ederse “Allah için buğz etmek” düsturunu da istismar etmiş olur.

Nitekim akıllı insanlar duygularını değil zekâlarını kullanırlar; daha akıllılar ise başkalarının zekâlarını da kullanırlar. Çünkü kuantum paradigması, hakikatin çok boyutlu olduğunu savunur. Her ne kadar yöneticilerin; “eleştirilmeye izin verdiklerinde dahi aslında iltifat bekledikleri” rivayet olunsa da mezkûr hadisten hareketle muhalif fikirlerin çokluğu ve de ifade edilebiliyor olmaları rahmettir. Nitekim “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan çıkar” denilmektedir.

Üstada göre de “muhalefet meşrû ve samîmî bir muvazene-i adalet unsurudur.”

Bu sebeple İsmet İnönü’ye atfedilen; “muhalefette tasdik yoktur” sözü “bilerek ya da bilmeyerek” Üstadın bu sözünün siyasette bir tezahürü olarak yorumlanabilir; tıpkı merhum Süleyman Demirel’in, “konuşan Türkiye” düsturunda olduğu gibi. Yine bu maslahata binaen olsa gerek bazı büyük şirketlerin, yönetim kurullarında, “çarşı her şeye karşı” misali “müzmin ve iflâh olmaz” muhalif bir kurul üyesi bulundurdukları bilinmektedir.

Yönetim gücünü ve yetkisini elinde bulunduran yöneticiler bütün avantajlarına rağmen anlaşılmaz bir sebeple ifade hürriyetine olumsuz yaklaşmakta ve mesafeli durmaktadırlar. “İzaha muhtaç bu paradoks” aslında psikologların çok dikkatle incelemesi gereken bir konudur. Ancak yöneticilerin “fertlerin ifade hürriyetlerini” kısıtlamaya meyyal olmalarının bilinen birkaç sebebi bulunmaktadır.

Bu sebeplerden birisi “İfade hürriyeti” ile “dinleme yeteneği” arasındaki ters ilişkidir denilebilir. Yani; “dinleme yeteneğinden yoksun olanlar ifade hürriyetine tahammül edemeyebilirler.” Oysa Mevlânâ’ya göre; “söz söylemek için önce dinlemek gerek”. Ancak burada kast edilen “dinlemek”, “işitmek” ya da “duymaktan” farklıdır. Çünkü “işitmek ve duymak biyolojiktir; dinlemek ise duygusal bir süreçtir”. Bu sebeple dinlemek gerçekten zordur. Çünkü insan beyni “konuşurken” dakikada 150–200 kelimelik bir kapasite ile meşgul olurken; “dinleme” esnasında bu meşguliyet dakikada 500 kelime seviyesine çıkar. Nitekim “Niçin iki kulağımız bir ağzımız var?” sorusuna R. Diyojen; “Az konuşalım çok dinleyelim diye” şeklinde cevap vermiştir. Tevrat’ta Hz. Musa’nın (as); “Rabbim bir dedi, ben iki duydum” dediği ifade edilmektedir.

DEVAM EDECEK

Haber Merkezi

Okunma Sayısı: 3276
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Oğuz

    4.1.2020 14:55:52

    Günümüz özgürlük ve ifade özgürlüğü anlayışına çok güzel ışık tutmuş güzel bir yazı olmuş ancak yazının sonunda tevratta geçen ifadeyi eklemek abes olmuş elinize zihninize sağlık selamlar...

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı