"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kırmızı gül demet demet, sevda değil bir alâmet...

24 Şubat 2013, Pazar
Gecikmiş bir Sevgililer Günü yazısıdır.
Mensup olduğu din sevgi esasına dayanan, kurduğu devletler ve hakim kıldığı düsturlarla bir sevgi medeniyeti inşâ eden bu coğrafyanın insanı en dar kalıplara hasredilmiş eşler arasında carî olan sevda, sevgi ve aşk kavramlarına ne yabancı, ne mesafeli ve ne de soğuktur. Böyle bir iddiâda bulunmak; halk hikâyeleri, deyişler, şiir ve şarkılarla asırlar boyunca kelâma ve nağmeye dökülen ve gönül tahtına keyfince kurulan onca güzelliği ya inkâr ya da kendini yalanlamaktan başka bir mânâ taşımaz.
Ancak “Sevgililer Günü” diye isimlendirilen ithal bir sevgi anlayışı neresinden tutarsanız tutun kültürel kodlarımıza ters düşer, doku uyuşmazlığı vardır, bu sebeple bünye reddeder.
Bir kere adından ötürü sancılıdır. Sevgili, yani nikâhsız birliktelikler, seviyeli beraberlikler(!), ergen ve yeni yetmelerin karşı cinse duydukları ilgiyi kutsamak, kutlamak ve meşrûlaştırmak gibi bir misyon üzerine inşâ edilmiştir. Bunun “gün” olarak faaliyete dökülmesinde kültürel refleksleri tahrip eden bir normalleştirmenin gayretleri vardır. Karı-kocalar günü değil, evlilik yıldönümü hiç değildir. Mezkûr taife her ne kadar durumdan vazife çıkarıp “Bizim sevgimiz ilk günkü gibi sımsıcak, taptaze” düzleminde bu güne tutunsalar da, yaptıkları hariçten kontenjana dahil olmak gayretinden öte bir anlam ifade etmez. Günün hedef kitlesi; toplumda kabul görmeyen bir olgunun çeşitli seremonilerle sempatik, kabul edilebilir ve hiç değilse sevmediğim bir ifade ile söyleyelim: “kanıksanabilir” bir hâle getirilmesi çabasından ibarettir.
Sevginin bir güne ithafla izharı da problemli olmakla beraber, hareket noktasına paralel düşündüğümüzde kendi içinde aslında tutarlıdır. Hızlı bir değer tüketiminin cenderesindeki modernizm dayatmaları; membaından koparılmış, içi boşaltılmış sevgi anlayışını da nihayetinde “günübirlik aşklar” kıvamına getirmeyi başarmıştır. Gözler içine sokularak, gıpta damarlarını tahrik ederek, görgüsüzce ve hoyratça yapılan sevgi gösterileri, sevgiyi beslemekten ziyade aşındırmaya yarar. Büyüsü uçmuş, esrarı gitmiş böyle bir anlayışı kutlama veya kutsama değil, olsa olsa “sevgisizliğe yas günü” olarak ilân etmek, simge renk kırmızı rafa kaldırılıp karalar bağlamak hem daha yakışan hem de isabetli bir hareket olacaktır! 
Sevginin günü değil, gücü vardır. Kâinatı aşk ve cezbe ile döndüren, mahlûkatı emirber nefer gibi muhabbetle vazife başına koşturan İsm-i Vedud’un tecellîsi, Yaratıcımızın hususî bir hediyesi olarak kalbe mukabil bir kalp hükmünde kullara da bahşedilmiştir. İki yabancıyı birbirine sevdiren, yekdiğerine örtü kılan, dünya meşakkat ve sıkıntılarında beraber ve kulluk imtihanında birbirine yardımcı ve eş eden, bir mevsimlik, bir ömürlük, bir sürelik değil; ebedî saadeti hedef ve gaye edinip bu mutluluğa beraberce ulaşmaya çalışıldıkça mânâsı derinleşen, rahmete erişilen, muhabbetin hakikî sahibine şükür ve hamdlerle yönelme vesilesi olan güçlü bir duygudur. 
Yeni çiftlere ömür boyu mutluluklar dilemek de sonradan icad bir temennî olarak iyi dilekler kontenjanında yerini almıştır. Oysa dileğin duâ mahiyetine bürünmüş daha güzel hâli “iki cihan saadetine nail olunması” şeklinde yapılanıdır. Duâ güzeldir elbette, ancak yaşamak daha da güzeldir. Allah’ın bana eş olarak lütfettiğini ben de O’nun adına seviyorum demenin de bir formülü ve imtihan merhalesi vardır tabiî ki. Sözün öze intikali; sadece ‘gençlik-güzellik-fayda’ denklemlerinde nefsin hoşuna giden cihetleriyle değil, aşkın yerini himaye ve merhametin aldığı iki tarafın birbirinin yükünü taşımakta zorlandıkları zaman da başka bir sevgi düzleminde münasebeti devam ettirebilme gayretini gösterebilme meziyetine sahip olmakla kaimdir.
Helâl dairesinde kalan güruhun sevgilerini izhar ve beyana fırsat veren bugünden kâm almaya çalışmalarında ne beis var denilebilir?
Sevgiyi besleyen diğer bir unsur ise mahremiyet olsa gerek. Mahremiyet çizgilerinin ihlâl edildiği ritüellerin sun’î şaşaası, kültürümüzden beslenen kişiye has ve hususî sevgi dilinin karşısında soğuk ve ucuz düşer. Yapılan şey eve alınan bir eşyayı komşulara göstermek için gün tertipleme görgüsüzlüğünün bir başka izdüşümüdür. “Aşkımla falan mekânda, filan yerde elele göz gözeyiz” paylaşımının, Amerikan yapımı dizilerin ucuz taklitçisi ve gönüllü oyuncusu olmaktan başka ne getirisi olabilir? Bilen çözen varsa söylesin! Kurgunun eksik parçasının tamamlayıcısı tektaşla tektipe indirgenen gönül alma oyunlarının sıkıcı rutinliği ve başlamadan biten aşk masalları kalır geriye. Hesaplı kitaplı al gülüm ver gülüm sarkacında sarf edilen meblâğlar da işin cabası…
Halbuki bizim buralarda yazılan her aşk masalının iki kişilik kahramanlarının hikâyesi hep başka, hep özel ve hep nev-i şahsına münhasırdır. Sevgi nişaneleri de hakeza… Sevdiğine imkânları ölçüsünde değerli bir hediye almak güzeldir güzel olmasına, bir çiçekle gönlünü almak da… Hediye sevgiyi arttıran kalpleri birbirine yaklaştıran bir şeydir. Ancak bundan daha güzeli de var. Anne baba ve bütün akraba-i taallukatın çerçevelediği ve saygı ve hürmetin ilişkilerdeki bütün her şeyin önüne geçtiği bir vasatta gencecik hanımının ördüğü çorabın içine dışarıdan getirdiği ceviz, yemiş gibi şeyleri usûlca bırakmakla verilen “Seni seviyorum” mesajının getirdiği heyecanın yerini tutamayacağını her halde herkes teslim eder. Gurbetten, askerden gelen mektuplarda, türkülere dizilen manilerde de güzeldir sevgi. Ama eskilerden bir büyüğümüzün şehrin merkezindeki işyerinden oldukça dik yokuşlu bir tepecikte bulunan evine her gün nasıl hiç yüksünmeden inip çıkabildiğini merak edip soran ahbabına; “Sabahları kâr aşkına, akşamları yar aşkına” şeklinde dile getirmesindeki içtenliğin etkisinin bambaşka olduğu aşikârdır…

Tarihin yazdığı en güzel sevda hikâyesi muhakkak ki, Allah’ın sevgili kulu Habibullah’ın (asm) sevgisini kazanma bahtiyarlığına ermiş Hz. Hatice (r.anha) ile olan evlilik menkıbeleridir. Allah adına sevmenin nasıl bir şey olduğunu evlilik hayatlarıyla bilfiil numune-i imtisâl olarak hayata geçirmiş ve ümmetin aile hayatına rehber olmuşlardır. Ama dedik ya, sevginin dili tek değil. Peygamberimizin (asm) diğer eşi Hz. Aişe’nin (r.anha); gençliğinin getirdiği nazdarlıkla kendisine tevcih ettiği: “Beni nasıl seviyorsun?” sorusuna onun tam da istediği şekilde, sevildiğine muknî olduğu bir tarzda cevaplaması ne kadar manidardır: “-Kördüğüm gibi.” Açılmayan dağılmayan, bitmeyen sımsıkı bir sevgi. Bunu duymaktan hoşlandığı, sevginin bu şekilde dile getirilmesine doyamadığı için sık sık sormaktan kendini alamaz Hz. Aişe (r.anha):
“-Ey Allah’ın Resulü, kördüğüm ne âlemde?”
Peygamberimizin (asm), sevgili eşini mutlu edecek cevabı her defasında aynıdır:
“- İlk günkü gibi.”
Dünyada ölen sevgili adına inşa edilen bir makberin Tac Mahal ismiyle dünya harikaları arasına girmesi ve hikâyesi de bizim medeniyete ait bir gelişmedir. Hindistan Babür Hükümdarı Şah Cihan’ın yanından hiç ayrılmayan dokuz aylık hamile olduğu halde kendisiyle, bir sefere iştirak eden hanımı Mümtaz Mahal’in doğum esnasında ölmesi üzerine hükümdarın eşi adına yaptırdığı bu anıt mezarın san’at gücünün daha da ötesinde cezbedici özelliği, bir sevgi abidesi olarak varlığıyla asırlar boyu her merak edene tekrar tekrar bu hikâyeyi anlattırıyor olmasındadır. (Yapımı 1632- 1652)
Osmanlı tarihinin, tahtta 46 yıl kalması ve yaptığı fetihler ve getirdiği sistemle cihanın en güçlü hükümdarı olmasıyla ünlenmiş padişahı, Kanunî’nin gönlünü fetheden ve tahtını kimselere kaptırmayan eşi Hürrem Sultan’dır hiç şüphesiz. Statü ve teâmüller hükümsüzdür bu sevgi karşısında. O tam bir ayrıcalıklar kraliçesidir. Cariye olmasına rağmen azad edilip nikâhlı eş olarak hukukî ayrıcalığa sahip olan Hürrem Sultan çok eşli harem düzeninde kendinden öncekilerin (Mahidevran Sultan ve Gülfem Hatun) hakkı saklı kalmakla beraber padişahın kendi üzerine başka kadın almamasından ötürü de ayrı bir imtiyaz sahibidir. İkisi bebek yaşta ölenler dışında, dört erkek ve bir kız olmak üzere beş evlâdının olması haremin tek hakim kadını olduğunun ayrı bir tescilidir. Zira padişahın yanında konumu ve saray içinde gücü yükseleceği için bir cariyenin birden fazla çocuk sahibi olması da engellenen bir durumdur. Ömrü boyunca padişahın yanından ayrılmamış, beraber seyahatlere çıkmış, Şehzade Mehmet Manisa’ya gittiğinde bile yine gelenekler gereği kendisinin oğlunun yanında bulunması bir kaide iken bunu da önemsemeyip yine eşinin yanında kalmıştır. Kabri de Süleymaniye Camii haziresinde yine sevgili eşinin yanındadır. Muhibbi mahlaslı şair Padişah, sevgisini şiirlere dökmekten de geri durmayacaktır: 
N’ola baksam şem-i hüsnüne gönül pervâneveş
Dostum sen şem olıcak âşıkım pervânedir.
Gülşen-i hüsnünde dil mürgün yine saydetmeye
Zülfünün ağında Muhibbî hâli ânın divânedir.*
Hürrem Sultan da, ömrü seferlerde geçen eşine olan hasretini kaleme kâğıda dökmekten, sevgisini hâl ve ahvalini arz etmekten geri kalmamıştır:
“Yüzümü yere koyup, mutluluk sığınağı ayağınızın topraklarını öptükten sonra, benim devletimin güneşi ve saadetimin sermayesi sultanım! Eğer bu ayrılık ateşine yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap, gözleri yaş dolu, gecesi gündüzü belirsiz olan, hasret deryasına gark biçâre, aşkınız ile müptelâ, Ferhat ile Mecnun’dan beter şeydâ kölenizi sorarsanız; ne zamandır ki sultanımdan ayrıyım. Bülbül gibi âh u feryâdım dinlemeyip, ayrılığınızdan dolayı öyle bir hâlim var ki, Allah kâfir olan kullarına dahi vermesin.
Benim devletim, benim sultanım! Bilhassa bir buçuk ay olduğu halde sizden bir haber gelmemesi yüzünden Allah biliyor ki hiçbir şekilde rahatlık yüzü görmeyip, gece gündüz ağlayıp, kendi hayatımdan el çekip, cihan gözüme dar oldu. Ne yapacağımı bilmeden ağlayıp, gözyaşları içinde gözüm kapıları gözlerken, ol ferdü Rabbülâlemîn, âleme rahmet eden Sübhan-ı Yezdan, cümle âleme inâyet nazarın edip, fetih haberi ve müjdeli haberlerini yetiştirdi. Ve bu haberi işitince Allah biliyor ki, benim padişahım, benim sultanım, ölmüş idim taze can buldum.
Benim Sultanım! Şehir hakkında soracak olursanız; şimdilik henüz hastalık devam etmektedir. Ancak önceki gibi değildir. İnşaallah Sultanım gelince, Allah’ın inâyetiyle de geçer gider. Azizlerimiz, hazan yaprağı dökülünce geçer derler.
Benim Sultanım! Sık sık mübarek mektubunuzu gönderirsiniz diye tazarru ve iltimas ederim. Zirâ ki billah yalan değil, bir iki hafta geçip de ulak gelmezse âlem gulguleye gelir. Türlü türlü sözler söylenir. Yoksa sadece kendi nefsim için istediğimi sanmayın.”

Dipnot:
* Ekrem Buğra Ekinci.com’dan alınmıştır.

ZEYNEP ÇAKIR

[email protected]

Okunma Sayısı: 2782
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı