Kanuni’yi muhteşem yapan unsurlardan biri, devlet idaresine getirdiği kişileri en lâyık ve ehliyetli olanlarından seçmek ve himaye etmekte gösterdiği maharettir.
Baba yadigârı veziriazam Piri Mehmed Paşa, Şeyhülislam Zembilli Ali Cemali Efendi, yine Şeyhülislam ve büyük hukukçu Ebussud Efendi, Mimar Sinan, Matrakçı Nasuh, büyük coğrafyacı Piri Reis ve daha sayamadığımız niceleri her biri kendi sahasında dehaya varan ilimleriyle devletin yükselmesinde ve 16. yüzyılın “Türk Asrı” hâline gelmesinde büyük katkı sağlamış şahsiyetlerdir.
Yeni nesillerin malum dizinin etkisiyle “Pargalı” lakabıyla tanıdığı Veziriazam Damat Makbul İbrahim Paşa da hiç şüphesiz bu devrin yetiştirdiği büyük diplomatlardan biridir. Çağdaşı birçok devlet adamı gibi onu birtek vasıfla tanımlamak adeta imkânsızdır. Çok yönlü kişiliğinin edebiyat ve sanata bakan yönüyle devrin sanat ve edebiyat ehlinin hamisi olarak, kültürel dokunun şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bugün kendi adıyla hâlâ ayakta olan İbrahim Paşa Sarayı’nın, onun bu misyonunu sembolik de olsa devam ettirerek, “Türkİslam Eserleri Müzesi” olarak kullanılması isabetli bir hizmettir. İbrahim Paşa’nın Farsça, Rumca, Sırpça ve İtalyanca’ya vukufiyeti, onu, özellikle devrin dış siyasetinde sözü geçen tek şahıs haline getirmiştir. O aynı zamanda “Serasker Sultan”dır. Osmanlı ordularının savaş zamanında tam yetkili kumandanı, barış zamanında ise bugünkü ifadeyle millî savunma bakanıdır. Devrinde hiçbir devlet adamına nasip olmayacak şekilde padişaha neredeyse eşit yetkilerle donatılmış imtiyaza sahiptir. Adı üstünde Makbul İbrahim Paşa’dır o. Padişahın danışmanı, yakını, sırdaşıdır, daha sonrasında kızkardeşi ile evlenerek eniştesi de olacaktır. Pargalı’nın hayatı, hiçbir şey bilinmese bile Osmanlı’nın “insanı ihya ve inşa sanatı”nın bariz bir numunesidir. Bir Rum balıkçının oğludur, 6 yaşındayken korsanlar tarafından kaçırılmış, Manisalı zengin bir dul kadın tarafından satın alınıp evlatlık yapılmıştır. O kadar ki akıl baliğ olana kadar bu kadını kendi gerçek annesi bilecektir Pargalı İbrahim. İnce ruhlu bir sanatkârdır. Bir keman ustasıdır. Dağlarda kırlarda keman çaldığı günlerin birinde Manisa Sancakbeyi Şehzade Süleyman, hayran olduğu keman sesini takip edince karşısına çıkan bu çocuğu, analığından alıp himaye eder, kardeşi bilir. Hepsi budur. Çocukluk arkadaşını bugünkü moda tabirle “kankasını” yanından ayırmaz, her nereye giderse o da yanındadır, padişahlığında bile hasodabaşısıdır; yani özel kalem müdürüdür, muhafızıdır. Kanuni yükseldikçe arkadaşını da yükseltir. İkballer peşi sıra gelir. Devir içinde köleliğin acısını da azaltır Pargalı. Ailesini yanına aldırır, devlet hizmetlerine yerleştirir. Bu hikâyenin makbul kısmı ne kadar imrenilecek ve ibretli ise de; maktul kısmı da bir o kadar acıdır. Zamanın acımasız çarkları İbrahim Paşa aleyhine işlemeye başlar, padişahla aralarında görüş ayrılıkları, Şehzade Mustafa taraftarı olan Paşa’nın Hürrem Sultan’la ters düşmesi ve Kanuni’ye karşı gözden düşürme kampanyalarının sistemli bir şekilde hız kazanması, bir savaş ganimetinde eski Pagan kültürüne ait heykelleri alıp sarayının önüne dikmesi ve dahası; padişaha danışmadan müstakil kararlara imza atması siyaset kılıcının boynuna vurulmasını netice verecektir. Bütün bu yönleriyle malum dizinin etkili karakterlerinden biri olması kaçınılmaz ve doğaldır.
Fakat Kanuni ile yolları ta bebeklikte kesişen bir başka şahsiyet daha vardır ki o; bugün hâlâ Beşiktaş ve Ortaköy’ün manevi bekçiliğini yapan ve İstanbul denizcilerinin dört hamisinden biri sayılan âlim, müderris ve mutasavvıf, İstanbul evliyalarının büyüklerinden Yahya bin Ömer Beşiktaşi yada Molla Şeyhzade ünvanlarıyla maruf Beşiktaşlı Yahya Efendi’dir.
Ayşe Hafsa Sultan, Süleyman’ı dünyaya getirir ama sütü çok azdır. Bebeğin bir sütanneye ihtiyacı vardır. Trabzon kadısı Şamlı Ömer Efendi’nin de bir hafta önce bir erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Yavuz’un şehzadesi işte bu bebeğin annesi Afife Hanım tarafından emzirilir. Kanuni ile Yahya Efendi süt kardeş olurlar. Sevki İlahi bebeklerden birini cihan hakimiyetinin tartışmasız lideri hâline getirirken, diğerini de önce devrin üniversitelerinin mümtaz profesörlerinden biri yapar, sonrasında ise ilmi kemalat mertebelerinin seyri sülûkunda en yüksek mertebeye ulaştırır. Bebeklikte aynı anne kucağında buluşan yollar, İstanbul’da zahiri olarak bir ayrılık getirse de, aslında her padişahın yaptığı gibi devlet işlerinin ağır yükünün atıldığı, manevi himmetin esirgenmediği bir şefkat kucağıdır Yahya Efendi’nin dergâhı. Padişah “ağabey” diye hitap eder, saygı gösterir; o hiç saraya gelmese de kendisi her defasında yanına gider, halleşir, helâlleşir, yol yordam sorar dua ister.
NEME LÂZIM BE SULTANIM
Devlet her anlamda ihtişam içindedir ama padişahın bir endişesi vardır. Her fani şeyde olduğu gibi bunun da bir zevali olacaktır. Buna hangi hatalar sebebiyet verecektir, her konuda danıştığı gibi bunu da şu üslûpla soracaktır süt kardeşine: “Sen İlâhî sırlara vakıfsın, kerem eyle de bizi aydınlat, bir devlet hangi halde çöker?” sorusuna gelen cevap ise sadece şudur: “Neme lâzım be sultanım”. Padişah işin içinden çıkamaz, sorusu mu ciddiye alınmamıştır, Yahya Efendi böyle laubaliliklerle uzaktan yakından ilgili değildir, yoksa bir şeye kızmış da cevap vermeye tenezzül mü etmemiştir? Soluğu Yahya Efendi’nin yanında alan padişah bunun izahını istediğinde bütün gerçeğin bu küçük cümlecikte gizlendiğini görünce hayretler içinde kalır: “Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de ‘neme lâzım’ deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin muhtaçların yoksulların kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş gelir ve izmihlal böylece mukadder olur.”1
Bir gayrimüslimin “Senin padişahın ölülerimizden bile haraç alıyor” şikâyeti üzerine, padişaha ateş püsküren, haraç defterlerinin düzenli tutulmamasından kaynaklanan bu hatanın tashihine kadar, yediğini içtiğini tacını tahtını ona haram eden, mahşerde bir kâfirin eli yakasında Allah huzuruna nasıl çıkacağını soran da yine bu Yahya Efendi’den başkası değildir.
Osmanlı devletini kılıç ve siyasetle ayakta tutan unsurları en ince teferruatıyla verip, devletin manevi mimarlarını görmezlikten gelen, hele hele padişahların âlimlere gösterdiği saygıyı bile yansıtmaktan aciz kör ve topal bir anlayışla tarihi anlatmanın kime ne faydası vardır? Aman; “Dizi sadece haremi anlatıyor, Yahya Efendi’de zaten sarayda değilmiş” demeyin. Padişah’ın Edirnede’ki av partisini atlamayan yapımcılar, saltanat kayığına atlatıp Beşiktaş’a ulaştırmakta herhalde zorluk çekmezlerdi. Ne diyelim; bütün bunlar “Tahrip kolay,tamir zor” düsturu gereği, evliya dualarıyla, alimlerin himmetiyle ayakta duran devleti gençlerimize tanıtmaya ne kadar ihtiyaç olduğunun, herşeyde olduğu gibi tarihin de boşluk kabul etmediğinin bir göstergesidir.
Dipnot:
1 http://gizlenentarihimiz.blogspot.com/
2 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bknz; yahyaefendi.com
ZEYNEP ÇAKIR