25 Ocak 2012, Çarşamba
Fâni ve geçici dünyada fâni insanoğlu… Uçsuz bucaksız koca bir âlemde, nokta hükmündeki bir Yerküre’de ve küçücük bir zaman diliminde… On binlerce yıllık insanlık tarihinde incecik bir zaman diliminde kısa bir hayat yaşayan insan için fenayı ve geçiciliği fark edip, fenadan bekaya geçebilmek en önemli maksatlardan olmalı… Akıp giden zaman ve mekân denizinde sahile tutunabilmek, sahil-i selâmete çıkabilmek…
Zaman ve mekânın boğucu dalgalarında bir ölse de binlerce, milyonlarca ruh olarak yaşamak fâni âlemi daha bu dünyada bakiye tebdil etmektir. Ölümün ancak günah cihetinde kapıyı çalabileceği, amel defterinin sevap cihetinde kıyamete kadar açık kalacağı bir yaşantı uhuvvet ve kardeşliğin tecessüm etmiş halidir.
Bir bakiye tutunabilmenin yolu, benlik ve gururunu terk edip onda fâni olmakla mümkün! Her şeyin bir bedeli olduğu gibi bu kadar büyük bir neticenin de böyle bir bedeli var. Malûm, tasavvufta şeyhte fâni olmak, Peygamber’de (asm) fâni olmak ve Cenâb-ı Hak’ta fâni olmak gibi prensipler var.
Bediüzzaman Hazretleri İhlâs Risâlesi’nde şöyle der: “Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılâhatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna ‘tefâni’ denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır.”
Zaman zaman sorulur: “Üstadda, Peygamberimizde (asm) ve Cenâb-ı Hak’ta fâni olmak gibi çok daha büyük makamlar ve hedefler varken neden kardeşte fâni olmak mesleğin esası olmuş?”
Konuyu birkaç kategoride ele almakta fayda var. Öncelikle Bediüzzaman Hazretleri: “Ben sufî değilim.” diyerek, meslek farkına dikkat çekiyor ve “mesleğimiz hakikat ve uhuvvettir” diyor. Yani tasavvuf mesleğinde bazı kabuller var ki, hakikat mesleğine tam olarak uygun değil ve o makamda tatbiki de mümkün değil.
Bir kısım tasavvuf ehlinin kendi nefis ve enaniyetini kısmen yok edip, hatta kâinatı da yok sayarak her şeyiyle Cenâb-ı Hak’ta fâni olup fenâfillah makamına ulaşmaya çalışmaları bir meslek ve bir usul olmakla birlikte en kısa ve en geniş yol değildir. Sahabe mesleği olan Risâle-i Nur mesleği daha geniş, daha kısa, daha umumî ve herkese hitap eden en selâmetli yoldur.
Şüphesiz “Anam, babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü (asm)!” diyen sahabelerin feragat ve fedakârlığı da mesleğimizin en mühim esaslarındandır. Ancak O kâinatın efendisidir, biz de onun şefaatine ve şefkatine muhtaç birer mü’miniz. Hakikat mesleğinde makamlar, had ve hudud belli!
Bir mânâda bakıldığında fenâ fi’l-ihvân ve fenâ fi’r-resûl iç içe girmiştir. Çünkü biz uhuvveti ve kardeşliği de Peygamberimiz (asm) vasıtasıyla biliyoruz, O bizi kardeş kılmış. Uygulamada hangisinin daha zor ve daha gerçekçi ve daha gerekli olduğunu anlamak için tarihî bir hadiseyi hatırlayalım: Bilindiği gibi Peygamberimiz (asm) vazife tevdiinde liyakatı esas alırdı. Bir sefer için Üsame bin Zeyd’i (ra) orduya komutan tayin etmişti. Aynı ordudaki Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) gibi sahabeler tereddütsüz kabul ederken, bir kısım insanlar kabullenmekte zorlandılar. Kesin olan bir şey var ki, o görevi Peygamberimizin (asm) kendisi üstlenseydi kimsenin itirazı olmayacaktı. Ancak Üsame bin Zeyd olunca durum değişmişti. Hâlbuki ona itaat, Peygamberimize (asm) itaat idi. Ancak dolaylı olması imtihanı zorlaştırıyordu. Peygambere kayıtsız şartsız teslim olan nefisler, birinci perdeyi aşmakta zorlanmışlardı. Hadisenin bütününe bakıldığında Üsame bin Zeyd’in (ra) komutanlığını kabullenmek Peygamberimizin (asm) komutanlığını kabullenmekten daha büyük bir fedakârlık ve daha büyük bir ihlâs gerektirir. Çünkü makamlar farklıdır ve bu zamanda da elzem olan da budur. Bu cihetten bakıldığında günümüz insanının imtihanı daha da zordur. Çünkü Usamelerin ve perdelerin sayısı daha fazladır. İslâm âlemindeki bunca keşmekeşe ve ihtilâfa bakılırsa, perdeleri geçip Allah’ın Resulüne ulaşabilenlerin sayısı fazla değil.
Uhuvvetin veya tefâninin dışındaki mesleklerde tehlike var mı? Aslında tehlike zannedildiğinden daha büyüktür. Kabuller ve faraziyeler ferdî ve şahsî hayatın dışına çıktığında tehlikelinin boyutu daha net gözükür. Bilindiği gibi cezbe hâlindeki Hallac-ı Mansur’un fenafillah düsturu ferdî boyutun dışına çıkıp içtimâî hayata dâhil olduğunda büyük bir kargaşaya sebep olmuştu. Pek dikkat çekmese de, tarihteki bazı yöneticilerin istibdat ve baskılarındaki ana sebep, kendilerini fenafillah ve fenâ fi’r-resul gibi makamlarda zannetmeleridir. Kendilerini bu makamlarda gördükleri için istişareye ihtiyaç duymamışlardır. Taraftarları da bu sebeple onlara körü körüne itaat etmiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnetin haricindeki bir kısım batıl mezheplerin çıkışında da bu tür anlayışların payı büyüktür. Bu makamda görülenlerin söz ve davranışları sünnet ve Kur’ân ile kritiğe tâbi tutulamamıştır.
Uhuvvet ve tefaninin en önemli kısmı hizmet ve vazife esaslı olmasıdır. Bu dünyaya mühim hikmetler için gönderilen insanoğlunun elbette şahsî kemalât ile ilgili idealleri ve hedefleri de olacak. Ancak “Ümmet-i Muhammediyeyi (asm) sahil-i selâmete çıkaracak gemide çalışan hademeler hükmündeki” bir vazifeye talip olanlar için öncelikler her zaman farklıdır. Bu meslekte bütün makamlar ve mevkiler ve kemalât mertebeleri uhuvvet prensibinde, hizmet potasında erimiştir. Sahil-i selâmete çıkmakla hâsıl olacak netice o kadar büyüktür ki, uhuvvet mesleğinin dışında elde edilecek makamlarının binlercesine bedeldir. Çünkü erimek yok olmak değil, bir ölüp bin dirilmektir, bir nevî bakileşmek ve bakî neticeler kazanmaktır. Yazımızı İhlâs Risâlesi’nden bir cümle ile bitirelim: “Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir”.
Okunma Sayısı: 3211
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.