ABD’nin Çin ile münasebetleri, özellikle Trump döneminde yeni bir boyut kazansa da, kökenleri Soğuk Savaş yıllarına, Nixon ve Kissinger’ın tarihî hamlelerine dayanır.
O dönemde, Batı’yı zorlayan Çin’in Güneydoğu Asya’da komünist devrimlerle güçlen- mesi ve Sovyetler Birliği ile güçlü bir ittifak ihtimali, ABD’yi yeni stratejiler geliştirmeye itmişti. Çin’in de muhtemel bir kıtlık ve parçalanma tehlikesinden çekinerek ABD’nin bu politikasına olumlu cevap vermesiyle, ABD kapılarını Çin mallarına açtı; Çin’de de büyük yatırımlar yaptı.
Bu süreçte, Batılı uzmanların sanayi tecrübelerini Çin’e aktarması ve Batılı şirketlerin Çin’deki ucuz işgücünden faydalanması, Çin’in kısa sürede büyük bir ekonomik hamle gerçekleştirmesine yol açtı. Ancak bu durum, Çin halkının ağır bir komünist baskı altında, düşük ücretlerle ve zorlu şartlarda çalışmasıyla gerçekleşti. ABD, bu durumu Çin’e verilen bir taviz olarak değerlendirse de, aslında kendi firmaları da bu süreçten büyük kârlar elde etti. Amerikan halkı da yıllarca Çin’den gelen ucuz ürünlerle ihtiyaçlarını karşıladı. Dolayısıyla bu ticaret anlaşması, Trump’ın söylediği gibi tek taraflı bir kazanç değildi.
Nixon politikalarının Çin’in bu kadar hızlı ilerleyebileceğini tahmin etmediği, hatta Çin’in sadece düşük teknoloji ürünleri üreteceği ve askerî alanda fazla gelişme sağlayamayacağı hesabı, bugün Amerikalılar tarafından ciddi bir stratejik hata olarak kabul ediliyor. Çin, beklentilerin ötesinde bir hızla gelişerek Batı’yı, özellikle de ABD’yi zorlayacak bir konuma geldi. Batı üniversitelerinin eski hızlarını kaybetmesi ve Çin’in AR-GE’ye yaptığı yatırımlar, nüfus avantajıyla birleşince Çin’in ekonomik ve teknolojik gücünü katladı.
Ancak bu hızlı yükselişin beraberinde getirdiği ağır problemler de var. Çin’in yüz milyonlarca işçiyi neredeyse köle gibi çalıştırması; çalışanlarda yüksek intihar oranları ve yüksek iş kazaları nedeniyle artan insan hakları ihlalleri, milletlerarası alanda giderek artan tepkilere sebep oluyor. Ayrıca, başta Uygurlar olmak üzere diğer etnik gruplara karşı yapılan hak ihlalleri dayanılmaz boyutlarda. Tayvan’ı sürekli kıskaç altında tutması da Çin endişesinin sebeplerinden. Rusya’nın Ukrayna işgali karşısında, Çin’in Rusya’ya destek vermemesi Batı’yı rahatlatsa da, bunun “zoraki” olduğu görüşü hâkim.
Bütün bu endişeler olmasa, insan haklarına ve milletlerarası hukuka saygılı ve demokrat bir ülke olsa, Çin’in gelişmesinden kim rahatsız olur ki?
Trump’ın başta Çin olmak üzere başlattığı yüksek gümrük vergileri, dünya çapında büyük tepkilerle karşılaştı ve sürdürülebilir olmaktan uzak görünüyor. Bu arada, Çin’e rakip pek çok ülke de ABD’ye satışlarını arttırma fırsatını yakalamıştır. Her ülkenin kendi üreticisi için korumacılık tedbirleri alması normal olsa da, bu kadar yüksek gümrük duvarlarıyla ekonomiyi canlandırmak ve yatırımları ülkeye çekmek, günümüz şartlarında mümkün değil. Tedarik zincirlerini altüst eden uygulamalar ve belirsizlik, ciddi sıkıntılara sebep olabiliyor.
Serbest ticaret, küresel ekonominin temel dinamiklerinden biri olmaya devam etmeli.
ABD’nin bu yeni politikalarla Rusya’nın askerî ve Çin’in de ticarî yayılmacılığını engelleyip engelleyemeyeceği, dünya lideri konumunu koruyup koruyamayacağı önemli bir soru. Ancak bu hedeflere ulaşmanın yolu sadece gümrük vergilerinden geçmiyor. Şimdiye kadar “Bizim için Çin’deki demokrasi değil, üretim ve ucuz işgücü önemli.” diyen Batı, demokrasi ve insan haklarını da hatırlamak zorundadır. Tabiî Orta Doğu’da kendisinin sebep olduğu hak ihlallerini de unutmamalı.