Bir şuâ sun bu gece üzerime. Işığının nefhası aydınlatsın kanatlarımı. Bir hayal ol, bir rüya ol gir akşamlarıma, gecelerime. Bir bahar ol, bir meltem ol, bir ateş ol gölgende serinleyeyim. Bir canlı ışıltı sende gördüklerim, bir kocaman iklim yaşadıklarım. Yedi iklim, dört bucak… İstanbul…
Bir şiir ver geleceğinden. İkbalin kör etsin gözlerimi. Karanlığa düşmesin değerlerin. Martıların gibi kanat açsın ellerin. Pervaz etsin camilerden kuşların, güvercinlerin… Gözyaşını gösterme, indirme nikâbını. Sen bulutların hicâbısın, mehtabısın, ayışığısın. Gösterme gözyaşlarını, hüzünlenmesinler. Gösterme, incinmesinler.
“Ümidin bittiği yerde her şey biter. Şiir, ışık, aydınlık, aşk…” Hasretimin damlaları düşsün sinene. Baharımın çiçekleri açsın ufkunda. Şems’inin tulu’unu göreyim gözlerinde. Işıkların aydınlatsın bahtsız gecelerimi. Hicranının tekessürü batsın kalbime. Acısından ağlayayım. Bir top olup otursun boğazıma. Yutkunayım, gitmesin, çıkarayım çıkmasın. Kimseler görmesin halimi, hicranımı içimde, yüreğimde yaşayayım. Acımı kavurayım çaresizliğinde, ateşlerde yanayım, öylece. Sessiz, sensiz sabahlayayım. Nârından şekva haddime mi düşmüş? Hasretin beni damla damla eritip yiv yiv derinleştirirken mil çekilsin gözlerime. Görmeyeyim, yanmayayım, ağlamayayım.
Binbir parçaya bölüyorum yüreğimi. Her parçam ayrı sızlıyor sensiz. Karanlığın oturuyor sonra, bağrıma. Bir bahar çiçeği, bir güneş ışığı, bir sabah fısıltısı çekiyor gönlüm. Karanlığında güller büyüseydi.. Sessizliğinde güneşler doğsaydı.. Sükûtunda sükûn bulsaydı ufuklar. Sensizlik çaresizce yakmasaydı içimi.
Yerini dolduramıyorum. Boşluğuna hiçbir şey sığmıyor. Ayrılığın üşütüyor, ürperiyorum. Hasretinin damlası daha ne kadar damlayacak ruhuma? Kimselere gösteremediğim siğim siğim gözyaşlarım ne zaman içine sızı olup oturacak?
“Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan, murâdım şem’i yanmaz mı” mı diyeyim Fuzûli gibi?
Sancının açtığı yaraları görsen, Arnavut kaldırımlarında akardın sonsuzluğa. Yüreğimdeki mahcubiyetini tanısan Vefa’nın dar sokaklarında kaybolurdun. Vuslatının aksini izlesen ateşlerde yanar, çöllerde kararır, kururdun. Sen bir emanet olarak geldin yüreğime, dokunamıyorum. Dokunsam erirdin, gözlerini yere diker, kaldıramazdın başını. Dokunamam sana emanetimsin. Kıymetlim, özelim, mahremim… Bakamam, anlayamam, ağlayamam.
Ufukların loş sessizliği anlatır seni bana. Vapurların, martıların, lâlen, erguvanın… Çamlıca’nın, Emirgân’ın anlatır eksik kalanları. Ruhunda hayallerini uçurduğumuz dostlar… Hicranında iki büklüm yandığımız aynalar… Yoklar. Belki de hicranınla vuslatını beraber yudumlamalıyım. Nârın içimi yakıp gözlerimi yaşatırken, ümidin de ufkumu aydınlatmalı bütün ihtişamıyla. Ne garip değil mi? Suyun ve ateşin aynı kaba sığması…
Biliyor musun? Gözlerinde gözlerimi gördüğüm gün yeni bir bahar tüllenmişti içimde. O kadar bana benziyordun ki… Bu benzerlik taşıdı belki de bugünlere. O kadar biriktirdiğin vardı ki… Hamulende taşıyordun şikâyetsiz. Ruhun Fatih’i, Yavuz’u, Süleyman’ı özlerken, onların üzerine kurulan kem nazarlar sıkletin oluyordu. Arada silkinsen de yetmiyordu def’etmeye. Çaresiz, nâçâr katlanıyordun. Bunun hicranının gözyaşlarını içine akıta akıta…
Seni ilk gördüğümde düşmüştü ateşin. Vuslatını acılaştıran ateşin adını koyamamış, anlam verememiştim. Ayrılık ateşiymiş. Yıllar sonra anladım. Çünkü sana kavuşmanın sevincini yaşayamadan ateşi çörekleniyordu. Öyle bir yakıyordu ki, vuslatının önüne geçiyordu. Bir bahardın içimi yakan, bir nâr-ı beyzâydın. Ateşin öyle bir kordu ki, acısında sessizce gözyaşları döküyor, ama kalbimden, ellerimden atamıyordum.
Ahh hasret! Gel de bu sevdama bir ad koy!
De ki sen hasretsen, ben değilim.
De ki sen acıysan, ben değilim.
De ki sen gözyaşıysan, ben ağlayamam.
Gayri sen bilirsin!!!