Bir ablamızın evine yedi yıldır eksikliğini yaşadığı bir eşyasını alması ve sevincini paylaşması, beni ta yıllar öncesine götürdü.
Ben 16 yaşımda lise 2’deyken dershanede kalmaya başlamıştım. Dershanemizde de herkesin evinde ne varsa hesabı, iki divan, 3-5 yatak, yorgan, battaniye birkaç kap kacaktan başka birşey yoktu. Biz eşyaların tamam olmasını beklemeden kalmaya başladığımız için, bu şekilde olmuştu. Dört kişiydik zaten ve orayı öyle görmüş, öyle kullanmaya başlamıştık. Diğerleri üniversiteye hazırlanıyordu, ben lise. Hem dershane hayatının maneviyâtını yaşamak, hem birlikte daha güzel ders çalışmak için biraraya gelen ablalara ben de iştirak etmiştim. Hiçbir masa sandalye gibi birşeyin olmadığı dershanemizde birgün zil çaldı. Baktık, aşağıda Nejat Eren Abi sesleniyor, ‘kızlar masanız geldi kapıyı açın’ diye. O anki sevincimizi unutamıyorum. Masa ve dört sandalyesi yukarıya çıkıp eve girdiklerinde, karşılarına geçip sandalye ve masayı seyretmiştik sevinçten. Elimize bez alıp nasıl sileceğimizi bilememiştik. Şuraya mı koysak, buraya mı yerleştirsek tatlı telâşını yaşamıştık. Şimdi bunlar abartı gibi gelse de, o zaman bizim için gerçekten büyük mutluluk olmuştu ve birebir yaşadık. Daha sonra ranzalar, dolaplar, komidinler, portmanto ve diğer eşyalar geldi, dersanemiz düzüldü. Ve her eşya geldiğinde biz aynı ihtimamı gösterdik. Hepsinde ayrı sevinç yaşadık. Çünkü onların eksiğini yaşamıştık, o ihtiyacın dilini öğrenmiştik. Kadr ü kıymetini bilmek tanımı buraya uygunsa aynen öyleydik. Yokluğunu yaşamıştık ve bir nevi emek harcamıştık varlığı için. Hayatımızda belki yoklukla yetinme, varlığın kıymetini bilme nüveleri, o zamanlarda atılmıştı.
Şimdi ihtiyacın dilini öğrenmeden, yokluğun tatlılığını sezmeden, gerçekten ihtiyacım var mı demeden alınan onca şey, ardından aynı hay-huyla hayatımızdan çıkanları görünce ister istemez o günler düşüyor aklıma.
Ne idik, ne oldu, nasıl değişti herşey demeden geçemiyorum.
Sahi, neler geçti, bunca zamanda nasıl bir toplum bünyesi oluştu ve “sıkıldım” dünyası dünyalarımızı nasıl istilâ etti? İktisadın özünde elindekinden maksimum derecede faydalanma düşünülse de, işin aslı belki de elimize her geçene hürmet etmek, değer vermek... Bu maddî gelir düzeyiyle de çok ilintili değil. Yani gelir düzeyi yüksek olanlar imkânlarını istediği gibi kullanır, düşük olanlar iktisad etmek, elindekine hürmet etmek zorundadır. Hayır!
Peygamber Efendimiz (asm): “nehirde abdest alırken bile suyu israf etmeyin” buyuruyorsa, elimizdeki imkânlar nehir ve deredeki su gibi olsa bile, ona emanetçi olduğunu ve lüzumu derecesinde harcaman gerektiği anlamını da çıkarıyorum âcizane, mana-yı işari olarak.
Emperyalist düzenin dayattığı kullan at, tüket at mantığı ve kanımıza yavaş yavaş işletilen, dinimizin düsturlarından kaydıran “onda var, bende niye olmasın”cılık... Hâli vakti yerinde olanların “param var nasıl olsa” mantığının tezahürü olan herşey, topluma sanki herkes böyle yaşıyor, böyle harcıyor, böyle tüketiyor düşüncesini zerk ediyor ve omuzlara binen yüklerin katları arttıkça artıyor. Üstadımızın “ görenek belâsı” tanımını burada hatırlayacak olursak, aslında ne çok şey anlatıyor tek başına. Görenek belâsı...
İhtiyacın dilini keşfetmekten gelmiştik buraya. Ve dahi elimize geçene hürmet etmekten... Aslında birbiriyle ne kadar bağlantılı. Önce yokluğunu yaşadığınızın, varlığının hayatınızda bir anlamı olur. Onun değerini bilirsiniz. Ama önce varlığını yaşadıysanız, hayatınızda çok da bir anlamı olmaz.
İktisat da, hem varlığa hem yokluğa hürmet desek, abartmış olur muyuz? Çocuklarımızın ağzından çıkan her “sıkıldım bundan” cümlesinin geleceğe bırakacağı anlam, nedense tehlike sinyalleri veriyor bana. Hayatımıza girecek her mevcuda emek vermek, girdiklerinde de hürmet etmek, sanki eksik bıraktığımız parçalarımızdan...
Ne dersiniz?