Merakla özlemini çektiğim öğretmenlik için altmışlı yılların başında öğretmen okulunda okurken öğretmenlerimizin, “Çocuklar öğretmenlik başka mesleklere benzemez. Şartlar ne kadar zor olursa olsun vazifenizi hakkıyla yerine getirmek zorundasınız. O masum çocukları en iyi şekilde yetiştirmekle vazifelisiniz. Ayrıca kendinizi kravatlı birer devlet memuru değil; yerine göre birer köylü gibi köylü ile iç içe, samimî birer vatandaş olarak göreceksiniz. Onların dertleriyle dertlenip, sıkıntılarını gidermeyi vazife bileceksiniz. Bütün bu mükellefiyetleri unutmadan, belki de Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez nice köylerinde çalışacaksınız. Unutmayın öğretmenlik mesleği ihmale gelmez; her türlü zahmeti, meşakkati barındıran; her türlü feragati, fedakârlığı gerektiren bir meslektir. İşinizi yapamadığınız zaman istifa edin” gibi altın değerindeki tavsiyeleri hâlâ aklımda.
Altmışlı yılların ortalarında okulumu bitirip, meftun olduğum öğretmenlik mesleğine kavuşmanın sevincini yaşarken diğer taraftan da ilk defa; adını dahi duymadığım, memleketimden uzak Muğla’nın Fethiye ilçesinin Karaağaç Köyü’ne tayinim çıkmıştı.
Üç gün üç gece trenle meşakkatli bir yolculuktan sonra Aydın’a, oradan yaklaşık on saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Fethiye’ye, oradan da yaya olarak altı-yedi saatlik bir yolculuktan sonra nihayet Karaağaç Köyü’ne gelebildim.
Duvarları kalın tahtalardan yapılmış derme çatma bir okul… Okula bir, iki, hatta beş kilometre uzaklıktaki evler ve bu evlerden okula gelmek zorunda olan küçücük çocuklar...
Yolu, suyu, elektriği olmayan ve günlük yiyeceğimi alabileceğim bir bakkalı olmayan bu köye gelince; öğrenci iken hocalarımızın ısrarla bizlere, “Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, imkânlar ne derece çetin olursa olsun vazifenizi aksatmadan yapacaksınız.” ikazlarını hatırladım ve elden geldiği kadar öğrencilerime faydalı olmak için gayret ettim.
Okullar tatile girip, dört aylık kısa devre bir askerlikten sonra Adıyaman’ın Çelikhan ilçesinin sırasıyla Aligür Köyü’nde üç yıl, Gölbağı Köyü’nde de beş yıldan fazla vazife yaptım. Doğup büyüdüğüm Çelikhan ilçesine oldukça yakın köyler olmasına rağmen buralar da birçok imkânın bulunmadığı yerlerdi.
Gerek Karaağaç Köyü’nde gerek Aligür’de tek başıma beş sınıfı birden okutmanın yanında; hem okul müdürü, hem hizmetlisi olmam hasebiyle sorumluluğum oldukça ağır idi. Bir taraftan beş sınıfın eğitim-öğretimiyle meşgul olurken; bir taraftan okulun temizliğini, badanasını yaparken; bir taraftan da kışlık odununu temin edip çocukların üşüyüp hasta olmamaları için sac sobayı yakmaya çalışıyordum.
Çoğu, fakir ailelerin çocukları olan bu öğrencilerin çoğu zaman ders kitapları veya kalem-defterleri dahi olmazdı. Ben bir taraftan bunları tedarik etmeye çalışırken, benim de elimde tebeşirden ve sınıftaki karatahtadan başka ders araç-gereci yoktu.
Ama gelin görün ki bunca zor şartlara rağmen çocuklar yetişiyordu. Çocukların zihinleri; anlattıklarımızı kolayca alıyorlardı. Onların o bozulmamış temiz fıtratlarından kaynaklanan samimî halleri işimizi kolaylaştırıyordu.
Öğrenci iken hocalarımızın sık sık, “Sakın köyde kendinizi devlet memuru görerek, vatandaş ile aranıza mesafe koymayın. Onlara samimî, sıcak ilişkilerde bulunun. Böylece köydeki zorluklarınız kolaylaşmış olur.” şeklindeki nasihatlerini dikkate alarak; öğrenci velileriyle yakın münasebetler kurmaya çalıştım.
Hastalarını ziyaret ederek, taziyelerine gitmek suretiyle, bayram ziyaretlerini âdet haline getirmek suretiyle, camide onlarla beraber saf tutmak suretiyle, hatta camii olmayan köyde Ramazanda halka teravihleri kıldırmak gibi müsbet manadaki diyaloglarımız sayesinde köylüler beni, kendilerinden birisi olarak görmeleri neticesinde başarımız devam etmiş oldu.