“Cellat uyandı yatağında bir gece,
‘Tanrım’ dedi. ‘Bu ne zor bilmece.’
Öldürdükçe çoğalıyor adamlar,
Ben tükenmekteyim öldürdükçe…”
Bugünkü köşe yazımız “öldürdükçe çoğalanlar” için.
Kötülerden hepimiz şikayetçiyiz. Peki kötülere hiç, “sen niçin böyle kötü oldun” diye sorduk mu?
Hani meşhur bir film repliği vardır: “Yaptım, yaptım ama bir sor bakalım niye yaptım?”
“Niye yaptın” diye sorduğumuz her kişinin hikâyesinde şöyle bir savunma tarzı dikkatimizi çekiyor:
-Ben eskiden böyle değildim. Kurallara uyar, hak yemezdim. Ama baktım ki kuralları çiğneyen herkesin yanına kâr kalıyor. Kötüler mükâfatlandırılırken, iyiler yerinde sayıyor. Ben de iyi olmayı bıraktım, ben enâyi miyim?
-Herkesin çekinmeden girdiği ters yöne girmek varken, üstelik onlara ceza da yazılmıyorken, niçin yolumu iki kilometre uzatayım. Ben de girerim. Ben enayi miyim?
-Cüzdanıma sahte/yırtık para karışmış. Bir punduna getireyim de ben de başkalarına yedireyim. Ben enâyi miyim?
-Arabamı satacağım. Aracımın kusurlarını ilana yazmayacağım, sorarlarsa belki söylerim. Malının ayıbını gizleyenler bir-iki günde araçlarını satıyorken, ben niçin aylarca bekleyeyim? Ben enâyi miyim?
-Etrafta çöp tenekesi yok, zaten herkes çöpünü yerlere atmış. Niçin elimdeki çöpü taşıyayım, ben de bir kenara atarım. Ben enâyi miyim?
-Herkes krediyle ev-araba alıyor. Parasını faize yatırıyor. Servetine servet katıyor. Ben ise “bankaya bulaşmayayım” derken iyice fakirleşiyorum. Ben enâyi miyim?
Örnekler çoğaltılabilir. Şimdi nefsimize soralım:
“Ben enâyi miyim” diyerek ve kötülerle rekâbet edebilmek gerekçesiyle, başka hangi kuralları çiğniyoruz? Hangi kanunlara aykırı hareket ettik ve hangi haramlara bulaştık?
Pekâla; kurallara uyup da kendimizi enâyi gibi hissetmeyelim ve kötülerle aramızdaki haksız rekabete son verebilelim diye yan yollara saptık da istediğimizi alabildik mi?
Maalesef hayır. Şairin dediği gibi; bizler hakkı öldürdükçe çoğalıyor bu kötülük, biz ise tükenmekteyiz öldürdükçe.
Nasıl mı tükeniyoruz? Bir kere başkasına yırtık para yedirince, bizim artık, bize yırtık para veren başkarına itiraz etmeye hakkımız yok. Ters yönden gitmeyi alışkanlık hâline getirdiysek, kuralı çiğneyen başkalarını ikaz için kornaya dahi basamayız. Zira “önce kendine bak” derler adama.
Yani kötülerle rekâbet edebilmek için kuralları çiğnedikçe, kötülük daha da çoğalıyor.
O hâlde, “iyiler iyi olarak kalabilsin ve kendilerini enâyi gibi hissetmesinler” diye öncelikle bize âdil bir sistem ve düzen gerek.
Yok hayır, bu düzen kötüleri mükâfatlandırmaya devam ediyorsa da yine de hakkı çiğnemeyelim. Çünkü biz enâyi değiliz. Çünkü biz imân ediyoruz ki bu hesabın görüleceği başka bir âlem var:
“Evet, görüyoruz ki; alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlûmlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlâhiyenin tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün… Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil.”