İslâm’da adalet esastır. Zalim ile mazlûmun kimliğine bakılmaz. Zalim yakın akraba da olsa ona karşı çıkmak, mazlûm düşman da olsa, zulümden kurtulması için ona yardım etmek insanî ve dinî bir vazifedir.
Kur’ân’da, “Hakkı aleyhinize de olsa söyleyiniz.” (Nisa Sûresi, 135.) buyrulur. Diğer bir âyette, “Zalime en küçük bir meyil göstermeyiniz. Yoksa ateş size dokunur.” (Hud Sûresi, 113) buyrulur.
Yüksek makamda bulunan veya akraba, dost ve tanıdık biri zulüm yaptığı görüldüğünde onun zulmünü savunmak, en azından ona sessiz kalarak zımnî destek vermek, düşman olan veya muhalif cephede olup mazlûm durumuna düşen kişiyi, “O bunu hak etti. ‘Oh’ oldu” deyip ona yapılan zulmü hoş karşılamak çok yanlış bir tavırdır.
Bir ülkede yönetici makamında bulunanların, bu tarz tavırları kamuoyu önünde sergilemeleri tehlikeli sonuçlara yol açmaktadır. Zira hakikati bilmeyen ve araştırıcı olmayan toplum çoğunluğunun, gaza gelerek farklı siyasî görüşte olanlara veya sevmedikleri insanlara benzer tavırları göstermeleri sosyal çatışma ve sürtüşmelere yol açarak huzur ve istikrarı yok etmektedir. Yöneticiler böyle yapmakla aslında bindikleri dalı kesmekte olduklarının farkına varmaları gerekir.
Hepimiz aynı ülkede yaşıyoruz. Gidecek başka bir yerimiz yok. Herkes aynı fikirde, aynı inançta, aynı siyasî düşüncede olmak zorunda değildir. Herkes düşüncesinde ve meşrû hareketlerinde şahane serbest olmalıdır.
Toplum olarak huzur içinde bir arada yaşamanın kuralı, fertlerin birbirlerinin fikir ve inançlarına saygılı olmalarıdır. Bu aslında dinimizin de bir gereğidir.
Ecdadımız olan Osmanlılar, bu İslâmî anlayışla yetmiş küsur değişik ırk, inanç sahiplerini, altı yüz sene bir arada barış içinde, çatışmaya meydan vermeden idare etmişlerdi.
Elhasıl: Eğer biz Müslümanlar, doğru İslâm’ı ve İslâm’a lâyık doğruluğu ve istikameti, adaleti ve hürmeti söz ve fiillerimizle yaşarsak, gayr-i Müslimler grup grup İslâm’a girdikleri gibi, bizim ferdî ve sosyal hayatımız da düzene girer, huzurlu oluruz.