20 Nisan 2011, Çarşamba
Hayat mânâlarla dolu, her şeyin ona hizmet ettiği, onun için kâinatın yaratıldığı bir nimettir. Kâinat onunla ayakta durur. Hayat, kâinattan süzülmüş bir öz, bir meyvedir. Her canlı kâinatın küçük bir modelidir. Bunun içindir ki hayat en mükemmel bir süs ve Allah’ın en mükemmel bir sanatıdır.
Hayat büyük kıymete haiz ve canlıların, özellikle insanın sahip olduğu en değerli bir nimettir. Sanki hayat bir okul gibidir. Bizler de o okuldaki öğrencileri gibiyiz. Hayat hakkında pek çok söz söylenmiştir. Ve hayatı başka başka yönlerden değerlendirmişlerdir. Bu sözlerden çıkan netice ise, bir kısmı hayatın değerini anlamış, ama öteye varamamış, bazıları anlamamış öylece bakakalmış, bazıları ise hayatı anlamakla kalmamış yaşamış da.
Bir bilim adamı hayata şöyle tarif getirmiş: ’’Hayatımızın yarısını ana babalar, diğer yarısını da çocuklarımız mahvediyor.’’
Aslında hayatımızı kendimiz mahvediyoruz. Hayatımızın mahiyetini ve kıymetini tam olarak kavrayamadığımız için çoğu zaman boş, lüzumsuz, manasız ve değersiz mi? Hayat, ne yapacağımı bilemiyorum. Vakit geçmiyor. Buraya vakit öldürmeye geldim’ diyecek kadar kötü mü?
Ne yazık ki, insanların çoğu hayat hakkında böyle düşünmektedirler. Hayatın değerini anlama fırsatı bulsa dünya gafleti o düşünce hevesini de kırar. Böylesi sıkıntılı ve ıztırap dolu bir hayat yaşayanların hatada ısrar etmeleri doğrusu şaşılacak bir şeydir. Gaflet demek, hatada israr etmektir. Akıllı insan, daha başından sonucu düşünebilen insandır. İnsan yanılabilir, hata edebilir ama hatada israr etmek çok şeylere mal olabilir. Çiçero, ’’Hayatta herkes yanlış yapar, ne var ki, sadece ahmaklar yanlışlarında israr ederler’’ demektedir. En fena şey yanlışı kabir kapısına kadar sürdürmektir bu da hayatı tamamen kaybetmek anlamına gelmektedir.
Hayatı kaybetmemenin çaresi hayatı baştan anlayıp değerlendirmektir. D. Dumas, ’’Hayatın mânâsını çözmeye çalışırken bir de bakıyoruz ki, hayatımız bitivermiş’’ demektedir. Elimizin altında var olan çok kıymetli bir şeyi nasıl değerlendireceğimizin hesabını yaparız. Oysa hayatımız her şeyden daha değerli değil midir?
Hayat çok mânâlıdır. Zira kalemlerle yazılamayacak kadar, sözlerle anlatılıp belirtilemeyecek kadar değerlidir. Heinrich Heine, ’’Ölü bir arslan olmaktansa, hayat sahibi bir köpek olmayı isterim’’ diyebilmiştir. Öyleyse şunu düşünün’ İnsanlık gibi yüksek bir hayata kavuşmak.’
Her şey zıttıyla bilinir. Hayatın değeri de ölümle anlaşılır. Düşünür Seneca, hayata şöyle seslenmiştir: ’’Ey hayat, ölüme şükret, seni onun yüzünden seviyorum.’’
Hayat tatlıdır. Nice kimseler kendilerini onun tatlılığına kaptırmış ve dünyanın bu yönüne aldanmışlardır. Euripides, ’’Hiçbir şey hayat kadar tatlı değildir’’ der. Tabiî değerini bilebilir ve değerlendirebilirsek. Ama çoğunlukla ne değerini bilebiliyor ve ne de tadını alabiliyoruz.
Tıpkı balıklar gibi hayatın değerini sudan çıktıktan sonra anlıyoruz. Bir şeyin bolluğu belki onu ucuzlatır. Fakat kıymetten düşürmez. Hava gibi, su gibi.
Hayatın ne olduğunu çözemeyen pek çok düşünür hayat hakkında hep kara tablolar çizmişlerdir. Meselâ bunlardan bazıları hayat hakkında şunları söylemişlerdir: Anderson, hayatı Allah’ın yazdığı bir peri masalına benzetmiş. Bourget’e göre, ciddî başlayıp mizahla devam eden ve dramla biten bir kiap, Cenap Şehabettin’in gözünde, bir kumar. Balzac’a göre, bir ahtabot. Lâ Bruyer için, bir trajedi ve komedi. Thevriet’e göre, koyu bir ıztırap. Novalis’e göre bir roman; Olver Wandell Holmes’e göre, bulaşıcı hastalık. Voltaire’nin dilinde çılgınlık, uydurma ve gerçeğiyle birlikte bir rüya; William Shakespeare’ce de yürüyen bir gölge olarak tarif edilmiştir.
Bütün bu ifadeler ümitsizlik, karamsarlık ve kötümserliğin ifadeleri bir nimet ve kıymet değerindeki hayata kara bir gözlükle bakmaktır. Hayatı sevip değerlendirdikten sonra hayat yaşamaya binler değer. Kendi hayatını ve insanların hayatını karartanlar için hayat elbette söyledikleri gibi değildir. Öyleyse hayat niçin kara tablo olsun? Hayatın değerini bilmek onu anlayıp, nerede ve nasıl kullanacağını bilmekle olur. Hayatın değerini bilmek, onun her anını değerlendirmekve lehimize istimal etmekle olur. Çünkü fırsat bir kere gelmiştir.
Nice insanlar vardır doğarken ölür. Kimi yüz seneyi bulur, kimi sekseni aşar, kimi çok daha az yaşar. Ama biz az yaşayanlara pek bakmayız da, gözümüzde hep o uzun yaşayanlar canlanıverir. Uzun yaşayacağımızı sanırız. En azından ‘ortalama ömür 60 senedir’ deyip avunuruz.
Acaba yaşlılara sorsak ‘şimdiye kadar yaşadığın hayattan ne anladın?’ ne cevap alırız?
Alacağımız cevap şöyle olur: ’Ömrümüz bir yaz yağmuru gibi geçti.’ Hatta alimler hayatı’ bir dakika’ dahası ‘bir anı seyyal gibi‘ görmüşler.
Gerçekten hayatımız akıp giden bir andır. Durduramıyoruz. Gelecek de henüz gelmemiştir. O da yok hükmündedir. Geride ise, yaşadığımız an kalıyor. İşte hayatımız bunun böyle olduğunu şu âyet-i kerime ifade etmektedir: Cenâb-ı Hak, kıyamet gününde ‘’Yeryüzünde kaç sene kaldınız?” diye soracak. İnsanlar, birgün veya birgünden daha az bir zaman kaldık diyecekler. Cenâb-ı Hak da ’Pek az bir süre kaldınız. Bunu bileydiniz... buyuracaktır.” (Mü’minun Sûresi, 112-114)
Yunus’un dilinde bu gerçek, şöyle ifade edilir: ‘’Geldi geçti ömrüm benim./ Şol yel esüp geçmiş gibi./ Hele bana şöyle geldi./ Şol göz yumup açmış gibi.’’
“Bu kadar kısa olan hayatın acaba mânâsı nedir? Hayat bizden ve bizimde hayattan beklediğimiz nedir?” diye düşünmemiz gerekmez mi?
Okunma Sayısı: 1634
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.