Bediüzzaman’ın, 1935’te talebeleriyle birlikte Eskişehir Mahkemesinde yargılanırken tutulduğu cezaevindeki koğuşunun penceresinden karşıdaki lisenin bahçesinde neşe içindeki kız öğrencileri görüp, 50 sene sonraki hazin hallerini hayalinde canlandırınca gözyaşlarını tutamadığını biliyoruz.
Yine Üstad zorunlu ikamete tâbi tutulduğu yerlerden biri olan Emirdağ’da “Adliye Vekili ve Risale-i Nur’la alâkadar mahkemelerin hâkimleriyle bir hasbihaldir” başlıklı mektubunda aynı hassasiyetle “Efendiler, siz ne için sebepsiz benimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz?” diye sorup şöyle devam etmişti:
“Ben ve Risale-i Nur sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakikî şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar.” (Emirdağ Lâhikası, s. 34)
Said Nursî, 1950’lerin başında Eşref Edip’e verdiği mülâkatta şunları ifade ediyordu:
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.” (Tarihçe-i Hayat, s. 959-60)
Onun gündemi buydu: Çağın manevî tuzak ve tehlikelerinden nesilleri kurtarmak.
Ama onu anlamadılar, anlamak istemediler. Nesilleri kendi çarpık ideolojilerine göre şekillendirmeye çalıştılar, ama onu da yapamadılar. Vücuda getirdikleri manevî boşluğun içinde hem kendileri boğulup gittiler, hem de yeni nesilleri o girdaba sürüklediler.
Nice genci hayatının baharında mahveden zehirli ideolojiler, terör ve anarşi belâsı, aile yapısındaki çözülmeler, ölçüsüz ilişkiler, gayri ahlâkî sapma ve savrulmalar, kötü alışkanlıklar, insanî ve vicdanî hasletlerin çok uzağına savrulmaklar, neredeyse asırlık bir sürece yayılan birikimlerin acı neticeleri.
Buna son dönemin “dindar iktidar”ında, iktidarın bazı önde gelenlerine dahi “Maneviyatta sınıfta kaldık” dedirten politikaları ve bunların özellikle genç nesiller üzerindeki yansımalarını ekleyince, karşı karşıya olduğumuz tablo daha da acı bir hale geliyor.
Özgecan’dan Pınar’a bütün vahşet kurbanlarının yürek paralayan hikâyeleri, böyle bir tablo ve arkaplanın çok hazin neticeleri...