Elli yaş ve sonrası, çoğu kimse için emeklilik devresidir. Emeklilik dönemi ise, bazıları için çalışma hayatından elini-eteğini çekmek demektir. Hatta, o dönemi yaşayan bazı kimselerden şu tarz sözleri duyarsınız: Ben artık emekliliğin tadını çıkarıyorum.
Emeklilik nasıl bir tat veriyorsa artık…
Verdiği tat, şayet “ununu eleyip eleği asmak” tarzında ise, o tat zehirden de acıdır. Fiilen ölüme dâvetiye çıkarmak gibidir. Bir nevi kalbin damarlarını tıkayıp beyin fonksiyonlarını tembelleştirmek ve nihayet “beyin ölümü”nü çabuklaştırmak demektir.
Özetle, emeklilik sürecini huzur ve saadete dönüştürmek yerine, kendini adım adım tembelliğe, atalete doğru sürükletmek ve sonunda kendini ölümün kucağına atmak demektir.
Onun için, emeklilik yaşı geldiğinde, hayata tutunmak için kişinin mutlaka yine bir “gaye-i hayali” olmalı, kişi kendine mutlaka bir meşgale bulmalı ve hayatının sonuna kadar da hiç gevşemeden aynı istikamette yoluna devam etmeli.
Yani, resmî olarak emeklilik süresi gelip çatsa bile, maraton koşusu hiç durmamalı, herhangi bir duraklama vaziyetine girmemeli; belki, “emektarlık” vaziyetini kesintisiz şekilde devam ettirmeli.
Zira, durgunluk ve duraklama hali, her nerede olursa olsun, insan hayatında, hükûmet işinde, devlet katında, hayat veren suda, millet yolunda hizmette, hiç fark etmez, durgunluğunda ardı-arkası pörsüme, paslanma, yosunlanma, çürüme, kokuşup taaffün etme ve nihayet mundar olup ölüme doğru yol alma hali ile eşdeğer bir mana taşır.
Onun için, emeklilik hayatını “durgunluk” şekline çevirmemeli, her türlü tevakkuftan, duraklamadan uzak durmalı; ömrün son demine kadar daima hareket ve faaliyet halinde yaşamaya bakmalı.
Şunu da biliyoruz ki: Şânlı Osmanlı Devleti “duraklama” devresine (1683 Viyana Bozgunu) girmesiyle birlikte, devletin çarkları paslanıp çürümeye ve koca devlet adım adım “acıklı son”a doğru gitmeye başlamıştır.
*
Üstad Bediüzzaman’ın hayatını incelediğimizde, tam da emeklilik yaşında, Barla’da yeni bir hayat, yeni bir hizmet devresine girdiğini görüyoruz.
Onu o köye sürgün eden ehl-i dünya, elli yaşından sonra artık bir şey yapamayacağını düşündü. Hele ki, bir tarafı dağ, bir tarafı deniz, üstelik gençlerin de ekseriyetle şehirlere gittiği bir köyde ne yapabilirdi ki…
Oysa, bugün bütün dünyaya yayılan “iman kurtarma” hizmeti, işte o köyde, üstelik tam da emeklilik yaşında başladı. O köydeki çobanlarla, rençberlerle, bahçıvanlarla, fakirlerle, garibanlarla öyle bir hizmet, öyle bir ihya hareketi ki, bugün bütün insanlık âlemini hayret ve taaccüp içinde bırakıyor.
Elde-avuçta para yok, etrafta yardım edecek zengin kimse yok, şan-şöhret sahibi kimseler yok; velhasıl, maddî sebep ve imkânlar adeta sıfır noktasında iken, dahası, Üstad Bediüzzaman elli yaşını geçmiş iken, Barla gibi bir yerde muazzam bir “diriliş hadisesi” vücuda geldi.
İşte, tarihte emsâli görülmeyen böyle bir hadise, elbetteki muhakemeli insanları hayrette bırakıp hayranlıkla alkışlattırıyor.
*
Esasen, Cenâb-ı Hak, bütün hayat ve mevcudatı, bütün dünya ve kâinatı, daimî bir hareket ve faaliyet çarkı üzere yaratmıştır. Atomdan güneş sistemine kadar, hücreden en büyük hayvana kadar, her şey hareket ve faaliyet halindedir.
Buna göre, iradesi serbest bırakılan insan-beşer sıfatıyla, bizim de bu İlahi sisteme kendimizi dahil etmemiz, bütün benliğimizle kendimizi buna adapte, yahut entegre etmemiz lazım geliyor ki, “eşref-i mahlukat” olarak geride kalmayalım, fıtrî vazifesini tembellikle terk etmiş bir mahlukat durumuna düşmeyelim.