Yüz yıllarca İslâmın bayraktarlığını yapan Abbasiler gibi Osmanlıların da en büyük gayesi ve hedef-i maksadı, Kelamullah olan Kur’ân’ın manasını, Resûlullah’ın (asm) mesajını ve ahlâkını dünya-âleme duyurmak, bunları neşir ve ilân etmek olmuştur.
Bu hizmeti en güzel, en ideal şekil yapabilmek için de ümmetin birlik-beraberliğine, yani İttihad-ı İslâma ihtiyaç vardı. Bu hakikate en geniş mânâsıyla hizmet eden ve bunda başarı sağlayan Osmanlılar oldu. 1517’de kurmaya muvaffak oldukları İslâm Birliği tam 400 sene devam etti. 1917’de İngilizlerin Filistin ve Hicaz’ı işgal etmesinin ardından, o muazzam birlik bozuldu gitti. Haliyle, başta Ordadoğu olmak üzere, Bosna’dan Yemen’e, Kafkaslar’dan Afrika’ya, umum âlem-i İslâmın huzur ve emniyeti de bozuldu, adeta tarumar oldu.
Öyle ki, Müslüman toplulukların bugün de çekmiş olduğu en büyük sıkıntı ve ıztırabın sebebi, aralarındaki ittihadın bozulması, birlik-beraberlik ruhunun zaafa uğramış olmasıdır.
*
Osmanlılar, Bizans’ın fethine kadar, daha çok Rumeli’ye ağırlık verdi. Balkan coğrafyasında büyük fetihlere imza attı. Bu sayede, Boşnak, Pomak ve Arnavut gibi bazı topluluklar ekseriyetle Müslüman oldu.
Balkanlarda düzeni sağlayan Osmanlı, ardından Şark’a dönerek “Andolu Birliği”ni sağlamaya koyuldu. Karşısında küçüklü-büyüklü birtakım Anadolu Beylikleri vardı. Zaman içinde bunlarla da anlaşıp musalaha yaparak birlik yolunda büyük mesafe kazandı.
1512’de devletin başına geçen Sultan Selim zamanında, önce Türkler ile Kürtlerin ittihadı sağlandı; hemen ardından Araplarla da kaynaşma temin edilerek İslâm Birliğinin altın çağı başlatılmış oldu.
*
Sultan Selim tahta geçtiği devirde, bilhassa bugünkü Doğu ve Güneydoğu’daki vilayetlerin çoğu İran merkezli Safevî Devletinin tesiri ve hegemonyası altındaydı. Kendince Âl-i Beyt muhabbetine dayalı bir devlet kuran Şah İsmail, kendisine itaat etmeyen bölgedeki bütün unsurlara, bütün aşiretlere baskı yaparak onları yıldırmaya, sindirmeye çalışıyordu. Bilhassa Şafiî mezhebinde olan Kürtlere yapmadığı zulüm, çektirmediği eza ve cefa kalmadı. Dahası, dayı tarafı olan Özbeklere, hatta Sünnî ve Özbek asıllı annesine dahi hiç acımadan karşı koydu. Zira, ona göre Âl-i Beyt siyasetine karşı gelen kâfirdir, hatta kâfirden beter bir düşmandır. Tabiî, hakiki olan değil, kendi kafasındaki Âl-i Beyt siyaseti...
*
Büyük bir siyasî deha sahibi olan Sultan Selim, İdris-i Bitlisî gibi âlim ve tarihçi olan büyük bir diplomadı Şarktaki Kürt aşiretlerine gönderip onları ikaz etti. Şayet ittihad etmezsek, Şah İsmail’in hem onları vurup perişan edeceğini, hem diğer bütün Ehl-i Sünnet camiasına karşı saldırgan bir politika izleyeceğini elçiler vasıtasıyla ihsas ettirdi.
Ehl-i Sünnetten olan Kürt aşiretleri, Sultan Selim’in çağrısına müsbet bir karşılık verdi. “Müsalemet” ile Osmanlı Devletine tabi olacaklarını kabul ettiler. Ardından, Şah İsmail’e karşı 1514’te Çaldıran zaferi kazanıldı. Aradan iki sene geçtikten sonra, bu kez çok daha uzun ve meşakkatli bir seyr u sefere başlandı. Şam diyârının ardından peşpeşe Kahire, Kudüs ve Hicaz bölgesi Osmanlı’ya dahil edilmek suretiyle, hemen her bakımdan muhkem bir İslâm Birliği tesis edilmiş oldu.
*
Bugün itibariyle, ümmetin her ferdi için farz vazife olan İttihad-ı İslama giden yol, yine benzeri mahiyette ortaya konulacak müşterek bir ruh ve şuurdan geçer ve geçmeli. Alem-i İslâm, ecnebilerin vesayeti altında perişan vaziyette. En başta Filistin inim inim inliyor. Bu hal böyle gitmez ve gitmemeli. Bu derde bir çare bulmalı. Mazide olduğu gibi. Gelecek yazılarda bu noktaya tahşidatta bulunmak arzu ve emelindeyiz. Niyet hayır, âkıbet de hayrolur inşallah.