Millet Meclisi’nde 1 Kasım 1928 tarihi itibariyle Latin harflerinin “Yeni Türk Alfabesi” olarak kabul edilmesi yönünde bir karar alındı.
Bu kararın ardından, sıra yeni harflerin başta devlet memurları olmak üzere, halk kitlelerine öğretilmesine geldi. Bunun için de olağanüstü bir çabanın içine girildiği anlaşılıyor.
Nitekim, on gün kadar sonra, yani 12 Kasım’da başta İstanbul olmak üzere, ülkenin birçok merkezinde devlet memurları için mecburi kurslar düzenlendi.
Latince harflerinin daha çok gece vakti, yani mesai saatleri dışında öğretilmeye çalışıldığı bu kurslar esnasında, memurlar ayrıca imtihan ediliyordu. Arşivlerde yer alan bilgilere göre, İstanbul’daki imtihanlı kamplar tam 18 gün boyunca sürüp gitmiş.
***
Bu olağan dışı dönemde, ayrıca son derece hırslı, aceleci ve telâşlı bir politika izleniyordu.
Zira, Latince’nin kabulüyle eşzamanlı olarak Kur’ân harflerine de yasak getirilmişti.
Cahil bırakılan millet ise, tabiri caizse arayerde kalmıştı. Ne yeni yazıyı biliyor, ne de eskiye dönebiliyordu.
Bilhassa, sırf Kur’ân harfleri olduğu için eski yazı yasaklanarak unutturulmak isteniyordu.
Öyle ki, en kısa zaman zarfında gazete, dergi, kitap ve hatta tabelâlara varıncaya kadar bütün yazıların Latince olması isteniyordu.
Nitekim, bu husus bilâhare kànunî mecburiyet haline getirildi. Mecburiyet hali, aynı zamanda cezaî müeyyidelerin de yürürlüğe konulması anlamına geliyor.
İş bu kadarlıkla da kalmadı, aradan henüz daha bir sene bile geçmeden, taş, ahşap veya mermer üzerine kazınmış bulunan kültür mirası tuğra, arma ile Arabî harfli kitabelerin de ya kırılarak sökülmesi, ya da üzerlerinin sıva ile kapatılması cihetine gidildi.
Bu çok ürkütücü, hatta dehşet verici bir politik uygulamaydı. Öyle ki, insanlık tarihinde bunun ikinci bir misâline rastlamak mümkün değildir.
Bu noktada ne demek istediğimizi gözleriyle görmek isteyenler, Topkapı Sarayı bahçesinin hemen girişinde sağ tarafta sıra sıra dizilmiş-yığılmış sayısız kitabe örneklerine gidip bakabilir. Sadece toplanabilen kısmın getirilip oraya bırakılmasıyla, ortalık adeta “Kitabe Mezarlığı”na dönmüş.
***
Öte yandan, Meclis’ten geçirilmek sûretiyle kabul edilen söz konusu kararla, bu milletin yüzde 99’u bir günde adeta cahil-cühelâ durumuna düşürüldü.
1 Kasım 1928 tarihli bu karar, Latin harflerinin kabulüyle ilgili görünmekle beraber, kısa bir süre sonra (1 Ocak 1929) Arabî ve Osmanlıca hurufatının yasaklanmasıyla başka bir şekil aldı. Özetle, zamanla ve fıtrî şekilde değil de, kànun zoruyla, Latin harflerine bundan böyle “Yeni Türk harfleri” denilecek ve eski yazı bütünüyle terk edilecekti.

Yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arabî ve Kur’ânî hurufatın yasaklanmasından dolayı, yüksek tahsil görmüş insanlarımız dahi, bir anda okuma-yazma bilmez cahil bir vaziyete düşürülmüş oldu.
Ortaya dehşet uyandıran bir tablo çıktı. Tıpkı, hayat bahşeden meyvedar bir ağacı kökünden kesmek gibi...
Çeyrek asır kadar devam eden ve özellikle Arapça ve Osmanlıcaya karşı uygulanan hasmane yasakçılık, nihayet 1950’li yıllarda kırılmaya ve gitgide adileşmeye yüz tuttu.
Bu hususta önemli bir nokta da şudur: Tam da Arapça ve Osmanlıca harflerinin yasaklanma sürecinin başlatıldığı dönemde Barla’ya sürgün edilen Bediüzzaman Said Nursî, yekûnu altı bin sayfayı aşan eserlerinin tamamını “huruf-u Kur’ân” diye de tabir ettiği Osmanlıca harfleriyle telif etmeye muvaffak oldu.