Kavgaya tutuşan kardeşler, her halde bizi yanlarına çekmek için olsa gerek, habire kendi doğruları ile karşı tarafın yanlışlarını listeleyip listeleyip bize gönderiyorlar.
“Bakın, lütfen dikkatle bakın” diyorlar, “Bunlar doğru değil mi? Onlar haksız, biz haklı değil miyiz?” diye de ekliyorlar... Madem öyle, o halde biz de dinleyenler, dinlemek lütfunda bulunanlar için söyleyelim ana fikrimizi...
Öncelikle şunu hatırlatmalıyız ki:
Sahnede hutbe okunmaz. Minberde de konser verilmez. Zira, ikisi de yanlış, yersiz ve usûlsüzcedir.
Bu kabilden usûle aykırı misâller daha da çoğaltılabilir.
Esas sonra gelir; usûl evvelâdır
Ey kardeş! Senin her dediğin doğru olmalı. Fakat, her doğruyu her yerde söylemek doğru değil. Bazan aksülâmel yapar, fayda yerine zarar verebilir.
Önemli bir başka nokta şudur:
Doğru konuşmak, meselenin “esas”ı ile alâkalı. Konuşmanın yeri ve zamanı ise, işin “usûl” tarafıyla ilgilidir. Hüküm ise şöyledir:
“Usûl, esastan önce gelir.”
Evet, önce usûle riayet etmeli. Usûle riayet etmeyen kimse, kendini paralasa da esasın hakkını veremez olur.
Hatta, esasa zarar vermesi, hakkı incitmesi kuvvetli ihtimal dairesine girer.
Bu sırdan dolayıdır ki, Üstad Bediüzzaman, kendisini ezmeye çalışan gaddar idarecilere istirahati için neden müracaat etmediğini şu hakikatli ifadelerle ders veriyor: “Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır; hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâp etmek istemem.” (Şuâlar, s. 408)
Hak dâvâ etmek, esasa taalluk eden bir meseledir. Hak-hukuk müracaatında bulunmak ise, usûle dair bir meseledir... Burada da görüldüğü gibi, öncelikle usûle dikkat çekilip buna riayet ediliyor. Aksi halde, hata edilmiş olunur.
Kardeşine yumruk! Nerede yazar?
Bir takım genel prensipleri de hatırlattıktan sonra, şimdi gelelim asıl meseleye...
Mü’min ve mütedeyyin kimseler arasındaki boğuşmalı maddî, dünyevî, siyasî çekişmeler, didişmeler, kavgalar usûlden de, esastan da yanlıştır.
Evet, bu tür kavgaları sürdürmenin doğru ve haklı bir tarafı yoktur. Bunun kazananı da yoktur. Müdahil olan herkes için baştan sona zarardır, ziyandır, kayıptır, hüsrândır...
Hem, Allah aşkına bunu bilmeyecek, anlamayacak ne var?
İnsaf ehli için, anlaşılmayacak bir nokta yok. Lâkin, öfkesine yenik düşen ve sinir katsayısı giderek artan kavgacıların hissiyatı aklının gerisine düştüğü için, o halde iken, çok basit doğruları bile anlamakta güçlük çekerler.
Bu hal, adeta bir sel felâketi manzarasını andırıyor. Sel ise, geçicidir.
Sonunda yağmur durur, fırtına diner, ortalık sükûnet bulur.
Haliyle, sel de gider, geriye ise kumu kalır. İnsanların ayağı o zaman yere basar ve etrafı dahi bir sükûnet-i hâl içinde temaşaya başlar.
Yumrukların sayılmadığı, sayılma gereği dahi duyulmadığı kavga esnasında, ne yazık ki, ilerisi düşünülmüyor. Ve tabiî ki, hasar da büyük oluyor. (Yumruk, harbi düşmana, yani zulme, küfre/küffara karşı sayılmaz.)
Diyoruz ki, iş işten geçmeden bunları düşünmeli; fayda vermeyen son pişmanlık türbülansına girmemek için âzami derecede dikkat ve hassasiyet göstermeli.
“Yardım edin, yanımızda olun”
Dünya medyası, şu sıralar Türkiye’de olan biteni özetle şu mânâda görüp yorumluyor: “İslâmcılar çatışıyor. Birbirine hâkimiyet kurma, üstünlük sağlama mücadelesi veriyorlar.”
Dışarıdan bakınca Türkiye’deki Müslümanların hali böyle ise, vâh ki vâh âlem-i İslâmın haline...
Bu durumda, zaruret derecesinde ihtiyaç duyulan irşad-ı imaniye, hakaik-i İslâmiye ve ahkâm-ı Kur’âniye’yi dünyaya ve beşeriyet âlemine kim tebliğ ve ilân edecek? Kimin sözü geçecek? Kimin sözüne kulak verilecek?
Ey ahali! Bu noktayı düşünüyor musunuz? Bu en büyük meseleyi kendinize dert ediniyor musunuz?
Bizlerin esas derdi bu iken, hepimizin en büyük meselesi bu olması lâzım iken, kavgadan ve kavgacılıktan başka gözü hiçbir şeyi görmeyen tarafeyndeki kardeşlerimiz ise, bize şu mânâdaki tekliflerle geliyor: “Biz kesinlikle haklıyız ve doğru yoldayız. Karşı taraf ise haksız ve yanlış yolda. İşte bizim yapıp söylediklerimiz ve işte onların yapıp söyledikleri...”
Herbiri, kendince kendi doğrularıyla birlikte karşı tarafın yanlışlarını sayıp döküyor önümüze. Ardından da bizden tasdik bekliyor ve kendi saflarına geçip diğer tarafla yaşanan kavgayı biraz daha kızıştırmamızı arzu ediyor.
Aziz dostlar, muhterem arkadaşlar!
Konuştuklarınız, yaldızlı ya da iğneli sözleriniz her ne şekilde olursa olsun, hiç şüphemiz yok ki bir yanlışın içinde, yani beyne’l-İslâm bir kavganın içindesiniz.
Yani, yanlış yerde ve yanlış konumdasınız. Bu durumda iken, sözleriniz doğru da olsa tesirsizdir, çünkü ihlâs yok.
Karşılıklı olarak seyrettirmeye çalıştığınız görüntüler ise, bunların bir kısmı “sahnede hutbe”, bir kısmı ise “minberde konser” kıvamındadır.
Her iki halde de yanlış yaparak, hem kendinizi aldatıyor, hem de kabardıkça kabaran şedit hissiyatınıza, hatta günahınıza bizi de âlet etmeye çalışıyorsunuz.
Kat’iyyen biliniz ki, zarar üstüne zarardır, bu yaptıklarınız.
Bu noktada tavsiyemiz şudur: Siz, hem içine düştüğünüz husûmet ateşini söndürmeli, hem de bizi bu fitne ateşinin içine çekme hevesinden kesinlikle vazgeçmelisiniz.
Velhasıl-ı kelâm:
Yanlış yerde durup şüpheli, şaibeli görüntüler verdikten sonra, söylediğin doğruların da fazlaca bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Hatta, yanlış yerde ne kadar çok doğru şeyleri konuşursan, zihinleri de o nisbette karıştırmış, bulandırmış olursun.
Zira, yanlış yerde durup doğruları söylemek, hiç de doğru değil. Öyle ki, bazı yerlerde veyahut bazı hallerde duâ okumak bile yanlış olur, günah sayılır.
.................................................
NOT: Bizim nerede durduğumuzu merak edenler, lütfen 06.01.2014 tarihli şu deklarasyona müracaat etsinler:
“Yeni Asya’nın tavrı” Link: www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=14315