Sabahın erken saatlerinde görevli memurlar kapıya dayanmış, gürültüye çocuklar uyanıp ağlaşmaya başlamışlardı. Üst kattan inen konu komşu ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı…
Hiç unutmam, Ağustos’un son günleriydi. Bizim telâşımıza karşılık, sen ne kadar da soğukkanlıydın. Polislerin arasında vakur ve sakin bir şekilde, hepimize tek tek sevgi dolu gözlerle bakmıştın. Ve.. bizi teselli niyetiyle ‘merak etmeyin, Eylül’de gelirim’ demiştin.
…
Güya üç-dört gün sonra gelecektin. Görüş günlerinde de, hep aynı şeyi söyledin.. Lâkin.. Kaç Eylül geçti, ama sen hâlâ gelmedin. Eylül güneşi sarardı artık. Rüzgârlar sert esiyor, yapraklar savrulmaya başladı.
…
İlk günlerde memleketten, ne senin ailene ne de benimkilere haber veremedim. Nasıl olsa üç-dört gün sonra gelecektin. Yaşlı insanları telâşlandırmaya gerek yoktu. İnanıyordum ki, yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi. Biliyordum ki, sen karıncayı bile incitmezdin.
Fakat sen gelmediğin gibi senden üç gün sonra, mesleğime son verip beni de götürdüler. Çocukları önce Allah’a, sonra komşumuz hoca hanıma gözyaşlarıyla emanet ettim. Bir hafta kaldım nezarette. Allah düşmanımı bile düşürmesin oralara.
Allah razı olsun hoca hanım, elinden geldiğince oyalamaya çalışmış çocukları yokluğumuzda. Onlar da metin olmaya çalışmışlar. Küçük oğlan kapı arkalarında ağlamış, görünmemek için. ‘İnsanların yanında hiç ağlamadım anne’ dedi kavuştuğumuzda.
…
Büyük oğlan hayal ettiği üniversiteye gidemedi. Teşvikle zar-zor bu yıl, kendini toparlayıp kayıt yaptırabildi. O da senin gibi öğretmen olmak istiyor artık. ‘Çiçeğim, meleğim’ diye sevdiğin kızın, içine kapandı iyice. O cıvıl cıvıl kuş sustu sanki. Çok az konuşuyor. Küçük oğlan ise halen o günkü korkuyu üzerinden atamadı. Geceleri birlikte uyuyoruz. Sık sık aynı kâbusla uyanıyor. ‘Salonda polis amcalar var anne!’ diye dakikalarca ağlıyor, sarılıp bana.
…
Sen, çocuklarına oyuncak silâh bile almazken; seni terörist diye suçlamaları ne hazin. Bazen vefalı öğrencilerin uğruyor, korka ürke, aceleyle. Senden konuşup ağlaşıyoruz.
…
Biraz kendimizi toparlayınca memlekete gittik. Mecburen olanları anlattım. Baban da ilk kez o gün ağladı zaten, ‘benim oğlum terörist değil’ diyebildi usûlca. Annen, ahh.. annen. Sen üzülmeyesin diye anlatamıyorum bir çok şeyi.
…
Uzun zaman senden haber alamadık. Sonradan öğrendik; seni uzak bir cezaevine göndermişler. Baban fakir haline rağmen bulup buluşturdu ve sana bir avukat tuttu. Avukat, dosyanın fotokopisini alıp getirince bir kez daha yıkıldık.
Seni dayının oğlu ihbar etmiş. Hani kızkardeşin …’ye talip olan, ama senin rıza göstermediğin dayının oğlu. Böylece senden intikam almış haylaz serseri! Dışarı çıkamaz olduk. Zaten bize şeytanmışız gibi bakan bakışlara tahammül etmek mümkün değil.
…
Bizi merak etme sen. Kıt-kanaat geçinip gidiyoruz işte. Allah kulunu rızıksız bırakmaz. Bu arada sağ olsunlar, meslektaşların kendi aralarında üç-beş kuruş toplayıp havale ile göndermişler amma; gönderen dostun hakkında da ‘yardım ve yataklık etmek suçundan’ işlem yapmışlar. Para benim elime geçmedi, el koymuşlar.
…
Ben hâlâ ümidimi kaybetmedim. Senin için diktiğim çiçeğe her gün biraz su veriyorum. Elbet bu günler de geçecek. Kim bilir; yaşadıklarımızla belki bilmediğimiz başka hatalarımızın bedelini ödüyoruzdur. İnanıyoruz ki; beşer zulmetse de, kader adalet eder. Rabbimizden gelene hamdolsun. Biz O’ndan geldik; O’na döneceğiz. Mahkeme-i Kübra’da kim zalim, kim mazlum belli olacak. Rabbimin adaletine güvenim sonsuz... Kendimi, çocukları ve büyüklerimizi böyle teselli etmeye çalışıyorum. Annen, baban, çocuklar, hepimiz seni çok özledik.
…
İşte Eylüllerden bir yenisi daha girdi hayatımıza. Saymaktan yoruldum. Bir arada olsak, yaşadıklarımızın üstesinden daha kolay gelemez miydik? ‘Eylülde gelirim’ demiştin ya hani! Eylül güneşi sarardı artık. Rüzgârlar sert esiyor, yapraklar savrulmaya başladı. Sağımızdan solumuzdan yapraklar bir bir düşmeye devam ediyor.
Ne olursun gel artık! Bizim yapraklarımız da düşmeden; bu EYLÜL BİTMEDEN GEL!