“Dar kapılardan ve sarp yokuşlardan” geçerek ömrünü tüketenler... Hesabını yapayalnız verirken imkânı olsaydı... Acaba bize neler söylemek isterdi?
Gazetelerde taziye ilânları: “Büyük kaybımız, biricik annemiz...” Bazılarına bu bile nasip olmazdı. Her ilân, merhuma gazete sütunundan yakınlarının son kez uzattıkları bir çiçek, dostlarının gönderdiği son bir selâmdı sanki.
Ölen, hazin bir vefat ilânıyla-ölünün üstüne atılan birkaç kürek toprak gibi-son kez hatırlanır, sonra unutulur giderdi. Ya öleni hiç tanımayanlar ilânı okuyunca ne hisseder, ne düşünürlerdi acaba?
HAFIZADAKİ MEZARLIK
Herkes ancak kendi yakınları, komşuları öldüğünde bir parça meşgul olurdu. O da, bölük-pörçük bir kaç hatıra, kimi zaman haset, muhabbet, zaafların anılmasından ibaretti. Sonra herkes kendi yörüngesinde dönmeye devam ederdi.
Merhum her ne kadar; “her cihetle faziletli, hür fikirli, geniş bilgili, çok nezaketli, şahsına hürmet telkin ettirmiş ve dostları tarafından çok sevilmiş bir zat” olsa bile, yalnız yaşamış ve yalnız ölmüştür.
O da bir zamanlar sevmiş sevilmişti. Dünyanın azıcık sefasını sürse de, çoğu zaman cefasını çekmişti.
Hafızasında kaybettiği sevdikleriyle dolu bir mezarlık. Çocukluk arkadaşları, gençlik sırdaşları, iş ortakları, akrabalar, dostlar... kadınlar ve erkekler...
Evet; mezarlıklar dünya işlerini bitiremeyenlerle, kendini vazgeçilemez zannedenlerle doluydu! Sevdikleriyle en yakın olduğu anlarda bile, kendi iç dünyasının boşluğunda yalnız yaşamışlardı.
YALNIZ YILDIZLAR
Abdülhak Şinasî’ye göre; “İnsanlar, birbirlerinden uzun mesafelerle ayrılmış yıldızlar gibidir. Kendi hususî boşlukları içinde dönüp dururlar.
Hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler bir şey duymaz. Hayatın ve ölümün ehemmiyeti hep nispî ve izafidir.”
Rilke, yalnızlığı yağmura benzetir. “Yükselir akşamlara denizlerden/ Ve kentin üstüne yağar yağmurlar gibi.”
Niyazî-i Mısrî’nin feryadı ise yürek yakıcı:
“Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,/ Bir devâsız derde düştüm, âh ki, Lokman bîhaber.”
ŞİFALI YALNIZLIK!
Yalnızlık deyince akla yaşlılar gelse de, gençler de yalnızdı kendi dünyalarında. Yalnızlık, mahiyetini bilenler için şifalı bir arayış ve kavuşmaydı. Ancak kendisiyle barışık olanlar şuurlu bir yalnızlığı tercih edebiliyordu.
Büyük zatların vazgeçilmeziydi uzlet, kendine yolculuk.. ‘’Bana yalnızlık sevdirildi” diyor Peygamberimiz (asm).
Yalnız kaldığı vakitlerde, kendini buluyordu insan. Bilerek, isteyerek seçilmiş, kaliteli, sırlı bir yalnızlık bu. İnsanı geliştiren, büyüten, yücelten, ulu çınarlar gibi muhteşem yalnızlık...
Kimsesizlikten doğan yetimâne yalnızlık değil, üretken bir yalnızlık.. dolu dolu.. hayatın tâ kendisi.
VUSLAT
“Madem sonunda kabre yalnız gireceğim; Yalnızlığa alışmak için, şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim” diyen Bediüzzaman hep yalnızdır. Ona göre ölüm ise dostlara kavuşmaktır:
“Biz gidiyoruz; aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyât var. (....) berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. (....)bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.”
***
Evet; kâinatın en mühim hadisesi, insanın kendi ölümüydü aslında. Ancak, o bundan habersiz yaşıyordu. Tâ ölüm gelinceye kadar. Şanı, şöhreti kabir kapısında sönüyor; dostları, yakınları, malı mülkü onu bırakıp dönüyordu.
O, şimdi yapayalnızdı. “Yaptıklarının ve yap/a/ madıklarının hesabını” verme telâşındaydı.